Akşamın erken çökmesinin insan bakışı üzerinde tuhaf bir tesiri vardır.
Akşamın erken çökmesinin insan
bakışı üzerinde tuhaf bir tesiri vardır.
Yazın yalancı rehavetinin ardından
dünyanın bütün yükünü göz bebekleri sırtlar
sanki. Gökyüzüyle azalan irtibatın yeni adresi
kaldırımlardır artık. Soğuk yavaş yavaş siner
buğulu camlara. Yıldızlar hiç var olmamış gibi
hayatımızdan çıkıp kaybolur. Şarkılar değişir,
kitaplar değişir, filmler değişir, yüzler değişir.
Yüzsüz aynı yüzsüzdür, o ayrı.
Sıcak günlerin dalkavuk kuyruğu eylül ayı
daha ne olduğunu anlamadan geçip gitmiştir.
Yakıcı güneşin aklı bile kör etmeye muktedir
parlaklığı tükenir, hayatın ve insanların hakiki
yüzü yeniden görünür olur. Düzeninden
kopamayanlar limanlarına bağlanırken
dört mevsimin delileri aynı tas aynı hamam
yaşamaya devam eder; biçilen kalıba
uymamanın tatlı yalnızlığında kâh gözyaşı
kâh kahkahayla serseriliklerinden zerre ödün
vermezler.
Bir de içine kapanıkları vardır bunların, o ayrı.
Ekimi hem severim hem sevmem.
Sonbaharın ortada sıçanı, namı diğer
birinci teşrin bal olsa yenmez bir
sinamekidir, bahane bulucunun önde
gideni bir müşkülpesenttir, ne istediğini
bilmez havasıyla iç bunaltıcının tekidir.
Enikonu bozar insanın dengesini. Olanca
kararsızlığıyla karanlığa köprü kurarken
tarihle kuvvetli bağından gelen kibrini takınıp
zamanı dilediğince oyalar. Hakikatten de
diğer ayları kıskandıracak kadar bezenmiştir
resmi tarihle.
Resmi olmayanı arada bir şiirlerde ararım,
o ayrı.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde”
(Furuğ Ferruhzad)
Şiir bitiyor. Aydınlığın hayrını görmeden
şehre çöküveriyor namert karanlık.
Tembelliğe teşne edişini takdir etmiyor
değilim. Gülsuyu kokulu pelte gibi yayılıp
koltuğun köşesine filmlere kumanda ederken
buluyorum kendimi. Başlat, durdur, uyuyakal,
başa sar. Filmleri de ismine bakıp seçiyorum.
Çoğunu başında, birazını ortasında
bırakıyorum. Kalan sağlar benimdir.
Boşa geçen vakitlere yanıyorum, o ayrı.
İsminden seçiyorum dedim ya! Ekim
Düşü filmini de öyle seçtim. Pek ahım
şahım bulduğumu söyleyemem. Üstüne
üstlük başkahraman Homer Hickam
– ki kendisi gerçek bir kişi olur – beni
fevkalade öfkelendirdi. Öğretmeni Bayan
Riley ufuk çizgisinin ötesini göstermese
Homer’ın bir hayali bile olmayacaktı
belki ya da annesi hayaline koşması için
düzen yıkıcı rolünü üstlenmese indiği
madenden hiç çıkamayacaktı. O çitin
yıkılması boşuna değildi. Annesi kırık dökük
tahta parçalarının arasında sonsuzluğu
keşfederken Homer’in sırtı dönüktü.
Kadınlar hayatı değiştirmeye karar vermişti.
Ama gökyüzüne roket fırlatan Homer ne
yaptı sonunda? Altından kayacak diye ödü
koptuğu kurulu düzene yapışmış, sosyal ikna
timinin başı dik neferi babasını kahramanı
ilan etti. Hakiki mücadelesinin roketlerle
değil de oğullarını uçsuz bucaksız dünyaya
yakıştıramayıp madenlere ait olduğunu
düşünen John Hickam ve benzerleriyle
olduğunu göremedi. Görüp işine gelmemiş
olması da ihtimal dahilinde pek tabii.
Kendini herkese sevdirmek için akla
ziyan hallere düşmek de vardır insanın
tıynetinde.
Bazen ne yaparsan yap
sevdiremezsin, o ayrı.
Son kuş da göçüp gitti işte
semadan kasıma kalmadan.
Gökyüzü hiçlikle donandı. Bu
Ekim’de bir garabet var; tasası ağır,
sevinci yekpare, dünyanın yarısı
çığlık çığlığa, bir o kadarı da sağır.
Şuracıkta bir ateş yanıyor. Bir köz
parçası kalbimin sol köşesinde. Buz
kesmiş parmaklarımla tarıyorum saçlarımı.
Eylülden ekime cümleler yazıyor, tel tel
hayaller kuruyorum.
Buralarda hayalleri sevmezler, o ayrı.
Yine şiirle sarınıyorum. Şiir geri dönüyor.
Mevsimlerin sırrını biliyorum ben
Ve anların sözünü anlıyorum…
Ah Furuğ!
Ah Masha!
Ah Hadis!
Ah!..
“Bana kurallardan bahsetme canım. Nerede olursam olayım kahrolası kuralları ben koyarım.” Sarsıcı kişiliği ve izleyeni kışkırtmaya varan sıra dışı performans tarzı sorulduğunda “La Divina” olarak anılan Maria Callas böyle cevap vermişti. Kurallar sıkıcıdır. İster başkaları koysun ve uymanızı beklesin, ister siz kendi kurallarınızı kendiniz koyun. Öte yandan onlarsız yaşamı idame ettirmek de imkânsız olurdu. Zorlu […]
Devamını OkuOrion’a inat su üstünde yürüyorum. Yeknesak, alabildiğine mavi bir kütle benimle savaşmaya can atıyor. Kaçıyorum. Ortak olmadığım suçların cezasını çekmeyeceğim. Kuşların kanatlarına, balıkların yüzgeçlerine, kelebeklerin hafifliğine içim gidiyor. Huyumdur, kalbim hep bende olmayanın peşine takılır durur. Bir boynu büküklük taşıyorum eskiden kalma. İşte bu yüzden müsamahakârım kendime. Susuyorum. Sonbahar geldi, geçiyor. Kibirli, bir o kadar […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku