Yaşadığı gerginliğin ardından gelen gevşeme anı… Öze dönüş, normalleşme, mutluluk.
Şişeden büyük bir yudum alıp ağzında
çalkaladı, yuttu. Dili kurumuştu
konuşmaktan. Neyse ki bitmişti de
çıkabilmişti. Yan taraftaki park mı, ne? En çok
ayak parmakları ‘eveet’ diye sevindi. Fazla çocuk
da yok üstelik. Birkaç küçük kaydırakta, iki minik
kız da salıncaktaydı.
Sımsıkı tuttuğu su şişesinden koca bir yudum
daha içerek parka girdi. Çocukların anneleri
topuk sesine dönüp tiril tiril pantolonuna ve yan
omzundan sarkan maşalı sarı saçlarına baktılar. İleride ağaçların altında sote bir köşe vardı.
Gözüne kestirdiği banka doğru emin adımlarla
ilerledi. “Muhtemelen sevgililer oturuyordur
buraya ama bugünlük benimsin!” diyerek çöktü
banka. Yorgunluktan ayak tabanları sızlıyordu.
Sabahın yedisinden beri yollardaydı. Az ötesindeki deniz, ne dingindi oysa. Çok çok ilerideki
gökyüzüyle buluşup çepeçevre sarmalıyorlardı
dünyayı sanki. Öylece baktı bir süre. Bir yerlerde okumuştu ‘mavi iyi geliyor ruha’ diye.
Ama bu anekdot, dalgınlığı biterken aklından
geçmişti. Bilinçli bir bakıştan çok, yorgunlukla
kalakalmaktı onunki. Tekrar parktakilere baktı,
herkes kendi dünyasına dönmüştü çoktan. Etkisi
geçmişti. Sabah sabah kuaförde yolarcasına çektirdiği fönden gerilen saçlarını tutup gelişigüzel
arkaya fırlattı. Yaşadığı gerginliğin ardından
gelen gevşeme anı…
Öze dönüş.
Normalleşme.
Mutluluk.
Gayri ihtiyari parkın çevresine bakındı, in cin
top atıyordu. Yok ama üç sokak geçmişti holdingden çıkınca, epey uzaktaydı. Ayağındaki topukluları da çıkarınca tam oldu. Orta parmağına
yapışmış ve büzüşmüş diğer parmaklarını açıp
gerdi. Böyle bir güzellik yoktu. İnsanın ayakları
ne çileli ve ne de komikti. Tiplere bak! Dilediğin
kadar tırnakları boya, kremle, değişmeyen kocaman bir baş parmak ve ezik bir serçe parmak.
Bu yüzden mi topuklu icat edilmiş. Kim bulmuş
sahi? Bir kadın mı, bir erkek mi acaba?
“Buydu Gülin değil mi? Tek dert böyle bir
günde, buydu!” diye kendi kendine gülerken
boylu boyunca uzanıverdi. Sarı saçlarını ittirerek
bankın bir ucundan yere doğru sarkıttı; sarı kurumuş yapraklara değiyordu. Titreyen telefona
uzandı. Elli beş kere aramıştı annesi sabahtan
beri. “Açamıyorum işte anneciğim ya, sabır biraz, arayacağım.” diye halihazırda çalan telefonunu çantaya fırlattı. Netleşsin anlatacaktı, bu
arafın neyini söyleyeyim ki diye mırıldandı.
E o da haklıydı merak etmekte. Kaç aydır doğalgazdı, elektrikti, suydu, internetti, kiraydı…
Annesinin emekli maaşı yetmiyor, abisinden de
tırtıklıyordu bir de. İkisi de dört gözle bugünü
bekliyordu.
Akşamdan koyduğu elmayı fark etti. Yattığı
yerden elini daldırıp çantasından çıkardığı gibi
üzerindeki bembeyaz tişörte sürdü. Tek bir çizgi
kalmasın diye özenle ütülediği tişörtün alt eteğine güzelce sildikten sonra da elmayı avucunda
döndürüp kocaman bir ısırık aldı. Ruju da bozulmuştu. Aman kim görecekti zaten, bozulsun!
Dün Suzan Hanım arayıp “Yarın on birde
bekliyoruz sizi.” deyince “Elbette!” diye yanıtladığı gibi kredi kartıyla birlikte soluğu Hüseyin’de
almıştı. Önce kaş bıyık olayı sonra da sabah erkene randevu demişti fön için. Dönem böyle bir
dönemdi çünkü. Ne kadar prezantabl, o kadar
kıymetli!
Zaten görüşmede de ‘sosyal medya’nın
gücünü anlatırken, algının ne menem önemli
bir şey olduğunu aktarmıştı. Haa tam Sinem ile
konuştukları gibi kırmızı ruj sürmüştü, hafif göz
makyajına rağmen. Çok etkileyici bir görüşme
olmuştu. Alacaktı bu işi. Hissediyordu. Suzan
Hanım uzun uzun süzmüştü siyah pantolonuyla stilettolarını. Sarı saçlarını toplamak yerine
maşa yapmak da iyi fikirdi bak.
Bir gülümseme gelip oturdu yüzüne. İyiydi, iyiydi. Miniklerin anneleri gülümsüyordu
ileriden. ‘Amaan Suzan Hanım değillerdi ya,
gülsünler ne olacak sanki! Bir daha nerde göreceğim sizleri hanımlar, gülün gülün! Haftaya
şu ilerideki gökdelenden ben gülerek kahvemi
yudumlayacağım size.’
Keyifle doğruldu. Saçlarını ensesinde doladı.
Toka arandı, bulamayınca kırmızı tükenmez
kalemi sapladı topuzun ortasına. Çantasından
çıkardığı babetleri çimenlerin üzerine fırlatırken,
topuklarından yakaladığı ayakkabıları babet
poşetiyle çantasına attı. Uzundur bu kadar
keyifli bir an yaşamamıştı valla. Ama bu da oydu
yani. Deminki bin maskeli Gülin mi? Yoksa şu
bankta elma dişleyen Gülin mi? ‘Elbette bu!’
dedi iç sesi. İnstasını açtı, daha post girmemişti.
Ayaklarını fotoğraflamaya karar verdi. Serçe
parmağına şöyle bir zoom, arka fonda ise deniz.
Bir gülücük ile ‘Maskeleri çıkartalım’ diyerek yüklüyordu ki arkasında bir gölge fark etti.
Alelacele döndü.
-Suzan Hanım?
-Oo Gülin Hanım, gizli yerimi keşfetmişsiniz.
Şaşkınlıkla karışık utanma duygusu.
Panikle toparlanmaya çalışan Gülin’e kadınlar
fıkırdadı uzaktan yine. İlk kırmızı kalemi çekti
kafasından, saçlar döküldü tekrar omuzlarına.
Gülümseyerek ‘buyurun buyurun’ diyerek yana
kaydı.
Yalınayak çimenlere basan ayaklarını fark
eden Suzan bir kahkaha attı. “Sabah içimden
‘bunların üzerinde nasıl duruyor’ demiştim zaten. Gerek de yoktu inanın. Sevdim bu tarzınızı
ben.” dedi. “Oturmayacağım ama tamamdır iş
sizin, bekletmeyelim sizi. Yarın sabah bekliyorum sekiz otuzda.” diyerek döndü. Spor ayakkabılarıyla uzaklaşan Suzan Hanım’ın ardından
bakakaldı Gülin.
Cep telefonu bankın üzerinde ha bire titriyordu. Bildirimler ‘Maskeleri çıkartalım’aydı.
İliklerine kadar üşümüş bir şekilde girdi dolmuştan içeri. Mesaiye kalmak değil de şu eve gitme meselesi hakikaten canını sıkıyordu. Bir vesait ayarlasalar ölürler sanki, ama çalışmaya gelince “Sultan Hanım, bu akşam dosyayı bitirip öyle çıkalım.” diyorlar. Adamlara anlatamazsın da yahu ben şehrin en uç bölgesindeyim. Sizler gibi şıkır şıkır aydınlık sokaklarda yürümüyorum diye. Al işte […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku