Her anne baba, çocuğunun her şey olmasını ister. Çocuk elindeki kaşığı tencereye vurur, müzisyen olacak sanırlar. Sol ayağıyla topa şöyle gelişigüzel vurur, duvara posteri asılan futbolcu olacağını hayal ederler. Beyaz kâğıda bir çöp adam çizer, “Bir Van Gogh doğuyor!” diye haykırırlar
Her anne baba, çocuğunun her şey
olmasını ister. Çocuk elindeki kaşığı
tencereye vurur, müzisyen olacak
sanırlar. Sol ayağıyla topa şöyle gelişigüzel
vurur, duvara posteri asılan futbolcu olacağını
hayal ederler. Beyaz kâğıda bir çöp adam çizer,
“Bir Van Gogh doğuyor!” diye haykırırlar. Bilinen
travmadır işte. Her anne baba, kendi olamadığı
ne varsa çocuğunun olmasını ister. Ne var ki
tüm bu olma savaşlarının çoğu hazin biter. Öyle
ya, yoksa dünya dâhilerden geçilmezdi.
Ben de iyi bir ressam olacaktım. Eğer o
masayı çizseydim. Cin Ali’den masaya geçişim
coşkuyla karşılanmıştı. Masa çizmek demek,
perspektifi kavramak demekti. Bu da ilerleme
demekti. Cansever’in masasını kavramama ise
daha çok zaman vardı elbet. Benimkisi dört
ayaklı boş bir masaydı.
Sonra donatacaktım. Portakal, armut,
muz ve elma dolu olan bir tabak koyacaktım
masama. Tamam biliyorum, adam anahtarını,
çiçeğini, sütünü, yumurtasını, ışığını falan
koyacak.
Meyvelerim pastel olacak ama… Kaç nesil
meyve tabağını da çiçek dolu vazoyu da
pastelle boyadı. Pastelin dokusunu sevdim de
boyamasını sevmedim. O illa kalan boşluklar
her nedense rahatsız ederdi. Ah kaç nesil pastel
natürmortlarla heba oldu, kaç… Ve kaç nesil de
adam gibi masasına çıkrık sesini, ekmeğin ve
havanın yumuşaklığını koydu.
Öğretmenin bana, anne babamın olmamı
istediği kulağı kesik Van Gogh’un yatak
odasındaki masasını hiç göstermemişti. Onun
masası çekmeceliymiş. Üstünde sürahi, bardak,
şişe ve fırçalar. İki kişilik bir masaymış. Birini
bekliyormuş. Zaten iki de sandalye var ama
ressam olma düşlerinden geçtikten çok sonra
öğrendim bunu. Bana geriye yamuk masam
kaldı. Resim defterinin bir sayfasında, beyaz bir
uzay boşluğunda gibi. Bitmemiş.
Üzeri de boş. O elmaları, armutları,
portakalları, muzları koyamadım. Ama
adam koydukça koyuyordu. Ha babam ha!
Neredeyse masası devrilecek. E kolay mı,
masaya sonsuzluğu koymuş. Yetmemiş biranın
dökülüşünü de… Üzerine çökmüş uykusunu ve
hatta uyanıklığını da koymuş. Dahası, adam
sonsuzluktan da ağır şeyler koymuş masaya.
Adam tokluğunu koymuş, açlığını koymuş
masaya. Ya, yine de masa bana mısın dememiş
bu kadar yüke. Ne masaymış be!
Büyüdüm. Her şey olamadım. Bir şey oldum
mu, o da meçhul. Şimdi de ben çocuğumun
her şey olmasının tasasındayım. Mesela onu,
yeryüzünün bütün kurslarına kaydettirmek
istiyorum. Tüm dilleri konuşsun, tüm ülkelere
gitsin. Piyano da çalsın, yeşil sahalarda şık
çalımlar da atsın. Hani kalemi de iyi olsun. Hem
laf cambazı hem çizgi…
Yok! Aslında ben sadece o mutlu olsun
istiyorum. O nasıl istiyorsa, o ne olmak
istiyorsa. İster tam ister yarım. İster çok ister az
olsun. Olsun.
Ve bunun için de gözüm masada. Yıllar sonra
yeniden bir masadayım. Ancak bu masayı ben
çizmiyorum. Hem dört değil, altı ayaklı bir
masa bu. Altı da sandalye koymuşlar etrafına.
Üzerine kendi benzemezliklerini, ayrılıklarını,
gayrılıklarını koymuşlar. Geçmişin tüm
kederlerini de.
Kızılcık şerbeti içip oturacağım. Çünkü o
kederlerin bazılarının müsebbipleri de oturmuş
masaya. Yutkunacağım, mecburen. Çünkü
masaya konulmuş en büyük tabağa bakıyorum.
Son bir gelecek koymuşlar içine. Elim ona
uzanacak. Çocuğumun hakkı namına. Ben de
alacaklıyım ama, mühim değil. Çocuğumun
yarınları heba olmasın diye oturacağım bu
masadaki son akşam yemeğine. Siz de oturun,
çocuklar için. Çocuklar var olsun, özgürce…
Semboller çağındayız. Belki de hiç çıkmadık bu çağdan. Misal, Babil’in kulesinden beri binalar, iktidarların güç nişanesi oldu. Sınırsızlık arzusunun dışa vurumu oldu göğe yükselen her büyüklük. Sayılar da sembollüktür. Tıpkı yüzyıl dönümleri gibi. Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Birileri laflarla kutluyor. Cumhuriyet’imizin en büyük sembolü kadındır. Onun şahsında özgürlüktür, ilericilik, adalet ve dayanışmadır. Yüz yaşındaki Cumhuriyet’i koruma […]
Devamını OkuEda Erdem Dündar, Ebrar Karakurt, Melisa Vargas, Gizem Örge, Zehra Güneş, Cansu Özbay, Hande Baladın, Simge Aköz, Ayça Aykaç, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Saliha Şahin, Aslı Kalaç, İlkin Aydın… Filenin Devrimcileri… Biz onların ellerine baktık. Filenin üstünde yükselen ellerine baktık, sadece… Eda’nın tek ayak üstünde zarif vuruşlar yapan ellerine baktık. Bir Pegasus gibi uçan Vargas’ın […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku