“Ev alma komşu al.” diye bir söz vardır.”
“Ev alma komşu al.” diye bir söz vardır.
Bugünlerde kimsenin konu komşuyla
ilgilendiği yok. Ev alabiliyorsan mutlusun.
Hatta zenginsin.
Pandeminin ardından gelen yeni ekonomik krizle
birlikte ev fiyatları bütün ülkede çılgınca artmaya
başladı.
Son yirmi yılda zaten çılgın bir inşaat hamlemiz
var malum. Yollar yapılıyor, dağlar delinip tüneller
açılıyor, dev köprüler inşa ediliyor.
Bunlar oldukça çevre araziler değerleniyor.
Buralara gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar, toplu
konutlar yapılıyor.
Birkaç ay geçmediğiniz bir yerde bir bakıyorsunuz binlerce konut yükselivermiş.
Kentsel dönüşüm adı altında eski mahalleler,
gecekondular yıkılıyor, yerlerini modern binalar
alıyor.
Bu evleri kimler alacak derken bir de baktık ki
inşaat sektörü talebe yetişemiyor.
Lüküs Hayat’ın şarkısını hatırlarsınız. “Şişli’de bir
apartıman yoksa eğer hâlin yaman…”
Bizim ev takıntımız hele yeni ve lüks ev
takıntımız yeni değil.
Eskiden de büyükçe bir apartman yapıldığı
zaman adı “palas” olurdu. Biraz daha havalıysa,
“saray” olurdu.
Tarihi yalıları, köşkleri bir bahaneyle yakıp yerine
kaçak inşaat dikenler hâlâ var.
Boğaz’ı gezerken şöyle bir bakın ne demek istediğim orada açıkça görülebiliyor.
Külliyemiz var bin odalı.
Cami yapıyoruz, bari Mimar Sinan’a bakıp
yapsak, yok. Büyük olması önemli… 60 bin kişilik
yapıyoruz.
Site reklamlarına bakın, en önemli slogan şu:
“Seçkin ve ayrıcalıklı bir site…”
Ayrıcalıklı sitede evler öyle bir tıkıştırılmış ki,
pencereye çıksanız (çünkü artık balkon adeti kalmadı) komşuyla burun buruna geliyorsunuz.
Olsun seçkin ve ayrıcalıklısınız ya yeter…
Bizim için ev her zaman çok önemliydi. “Evladım
başını sokacak bir evin olsun, gerisini merak etme.”
sözünü duymayanımız yoktur.
Anne-baba dişinden tırnağından artırıp evlatlarına hiç değilse bir ev bırakmak için hayat boyu
didinip dururlar.
Biraz daha varlıklı olanlar her evlada birer ikişer
daire ayarlamaya çalışır.
Çocuklara bir iki ev bırakalım da artık
çalışmalarına gerek kalmasın, yayılıp yatsınlar
kafasındayız.
En büyük yatırımcılarımız, sanayicilerimiz bile
arsa toplamış yıllarca… Neredeyse semt semt satın
almışlar.
Hepimiz “Ah dedeme şu dutluğu şu kadara vermişler de almamış, yoksa şimdi milyonerdik.” diye
bir anı mutlaka anlatırız.
Artık dutluk filan kalmadı.
Kırk metrekareye ev oturtacak arazi bulan, iş
makinelerini getirip işe koyuluyor.
Babadan kalma eski evlerin yerine birkaç daire
verilince herkes anılarını filan unutuyor, artık nasıl
çalışmam, nasıl gezer, para yerim diye hayaller
kurmaya başlıyor.
Aile kalabalıksa sorun çıkıyor. Mahkemeler yıllar
süren miras davalarıyla dolu. Bu evler yüzünden
kardeş kardeşe düşman oluyor. Aileler dağılıyor.
Müteahhitlerimiz yurtdışına çoktan açıldı. Miami’de, New York’ta, Londra’da aklınıza gelecek her
yerde Türklere ev satıyorlar.
Hatta çoğu buradakinden düşük fiyatlara
satılıyor.
Tatil beldelerinde eskiden kimselerin yüzüne
bakmadığı yerlerde öyle lüks projeler yapılıyor ki
milyon dolarları daha inşaat başlamadan yatırıyor
insanlar.
Barbar istilası gibi beton bloklar doğayı kaplıyor.
Sonra yeni yapılan sitelerin balkonlarına ağaçlar
getiriliyor, yapay doğa terasları inşa ediliyor.
Hakkını yemeyelim, içlerinde çok az da olsa
farklı estetik projeler, doğayla barışık olanlar, yeni
mimarinin güzel örnekleri de var.
Özellikle pandeminin ardından az katlı binalara,
villa tipi evlere ilginin artmasının da bunda payı var.
Tabii parası olana…
Çocukluğumda yaşadığım evlerin çoğu artık yok.
Yıldız’da doğduğum iki katlı evin yerinde büyük,
lüks bir apartman yükseliyor.
Yazları kaldığımız Yeşilköy’deki ev de apartman
oldu.
Yanında uzanan eski ahşap evlerin hiçbiri yok
artık. Gittiğim zaman geçmişi hatırlamakta zorlanıyorum. Ancak hayallerimde yeniden canlandırmaya çalışıyorum.
Ankara’da oturduğumuz evi geçenlerde
bulmaya çalıştım, hâlâ yerinde duruyor ama
çevresinde o kadar çok şey yapılmış ki zar zor
bulabildim.
İlk gençlik yıllarında gittiğimiz Ayazpaşa’daki o
güzelim çay bahçesi de yok, Kalamış’taki kahve de…
Evler de insanlar gibi artık hep birbirine benziyor.
Yaşar Kemal’in cümlesi geliyor aklıma. “O güzel
insanlar o güzel atlara bindiler, gittiler…”
Eski güzel evler de öyle oldu.
Ne yazık ki korunduğunu düşündüğümüz belli
kasabalar, köyler de bu durumdan nasibini alıyor.
Pek çok kent, kasaba artık tümüyle birbirine
benzer garip binalarla dolmuş. Hiçbirinin karakteri
kalmamış.
İki, üç güzel evin yanında birdenbire ilgisiz bir
otopark, karman çorman kaçak binalar, müthiş bir
tabela kirliliği, her telden fast food dükkânları, cep
telefonu bayileri…
Eski tarihi binaların önünde neredeyse üst üste
her türden arabalar…
Turistler bir yere girebilmek için ekran oyunlarındaki gibi bir çile içinde uğraşıyorlar.
Bazı yerlerde kapıyı bile bulamıyorsunuz.
Tarihi dokuyu hissetmek için adeta önce bir “göz
elemesi” yapmak gerekiyor.
Bu çirkin detayları silip içinden birkaç güzelliği,
geçmişin ustalığını, emeğini, estetiğini görebilmek
için…
İstanbul’da, Taksim’de, Gezi Parkı’nın hemen önünde açılan ilk ünlü fast food restoranını hatırlar mısınız? O güne kadar Amerikan tarzı hamburgeri;sanırım Ankara Çankaya’daki bir bahçede, bir de Çeşme Ilıca’da yemiştim. İstanbul Şişli’de ünlü bir hamburgerci de vardı ama o daha çok kendine özgü bir hamburgerdi: Kristal. McDonald’s Taksim’de açıldığında günlerceönündeki kuyruk bitmek bilmemişti.Elbette dünyanın en büyük […]
Devamını OkuDedemin, İsmet İnönü’nünki gibi sol kulağından hiç çıkarmadığı bir kulaklığı vardı.
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku