Haydar ERGÜLER
Tüm Yazıları
Genç Osman Gibi Meşhur
Ana Sayfa Tüm Yazılar Genç Osman Gibi Meşhur

“Böyle ikrar ile böyle yol ile/ vefasız yar bana lazım değilsin…” diye Türkçe çalıp Türkçe söylemeye başladı.

Yok, bu Kayıkçı Kul Mustafa’nın yazdığı “Genç
Osman Destanı”ndaki Genç Osman değil…
Der demez, ‘nerden biliyorsun o olmadığını?’
dedim yine kendime. Öyle ya nerden biliyorum, belki de odur. Şimdilerde çocuklara, gençlere öğretiliyor mu bilmiyorum ama biz çocukluğumuzda tıpkı
İstiklal Marşı gibi tüm sözlerini bilirdik bu destanın
da. İsterseniz mırıldanmaya başlayabilirim: “İptida
Bağdad’a sefer olanda /atladı hendeği geçti Genç
Osman”, sonunu da söyleyebilirim “Yıkılası Bağdad
seni döverken/Şehitlere serdar oldu Genç Osman.”
Genç Osman, 4. Murat’ın Bağdat seferine gizlice
katılıp, burçlara Osmanlı sancağını diker, 17 yaşında
yaşamını yitirir. Kayıkçı Kul Mustafa’nın şiiri de bu
Aksaraylı genç üzerinedir. 1639’da süren Bağdad seferinde can veren Genç Osman’ın yaşının küçüklüğü
şiirde de vurgulanır, “Genç Osman dediğin bir küçük
uşak/Beline bağlamış ibrişim kuşak.”
Genç Osman türküsünün Aydın civarından
derlenmesi, Kayıkçı Kul Mustafa’nın da Nazilli’de
yaşadığı, eskiden bir denizci beyliği olan Aydın’da,
şairin daha önce bahriyeli olduğu bilgisiyle de
desteklenir…
Daha da anlatmayacağım. İyi de bu bilgileri niye
derledim? Çünkü yazacağım Genç Osman başka
biri de ondan, yani baştan bilesiniz diye! Benim
sözünü edeceğim Genç Osman, 1960’larda, Eskişehir’in Adalar bölgesi olan anılan Porsuk kıyısındaki
yazlık bahçelerde türkü söylerdi. Daha doğrusu
benim aklımda öyle kalmış. Şimdi öğrenci kafeleri
ve barların sıralandığı Adalar’da eskiden aile çay
bahçeleri, yazlık sinemalar vardı, “mısırcı, kahveci,
gazozcu şinanay da şinanay” şiirindeki Ada vapurunu aratmazdı, aileler, genç kızlar, delikanlılar, çapkınlar, çocuklarla, tipik 60’lar-70’ler Türkiye’sinden
taşra manzaralarıydı. Neşet Ertaş da gelirdi oraya
konser vermeye, Genç Osman da.
Önce siyah-beyaz afişleri dikkatimi çekti,
profilden yakışıklı genç bir adam. O yıllarda hemen
herkes gibi mandolin kursuna giden, fakat ezeli ve
ebedi yeteneksizliğimle iki notayı bir araya getiremeyen biri olarak bunu da beceremeyen bir çocuktum. Fakat demek ki içimdeki sanat ateşi o yıllarda
ufaktan ufaktan yanmaya başlamış, mandolin çalamazsan şarkı, türkü söylersin demiş olmalı ki bana,
kim mi, içimdeki çocuk, hayır hayır, içimdeki ateş,
daha doğrusu içimdeki ses, ben de ona bile isteye
kulak vermişim! Belki de kendimi afişteki gibi yandan poz vermiş bir delikanlı olarak hayal etmişim!
Olur mu, niye olmasın!
10 yıldır filan, 55 yaşımdan sonra yani, bende bir
övünme huyu başladı. Şairliğimle değil, yazarlığımla değil, yakışıklılığımla… Şaka şaka o hiç değil,
çalışkanlığımla övünmeye başladım! Her konuşmada, kitapta yeri gelsin gelmesin ne kadar çalışkan
biri, hatta bu yaşta bile çok çalışkan bir öğrenci
olduğumu söylüyorum! Düpedüz övünüyorum!
Şimdi de öyle yapacağım: İlkokulda çok
çalışkandım, sınıf başkanıydım vs… Malum,
okullara müfettişler gelir, derslere girer, öğretmeni
teftiş ederler. Geldi müfettiş, tam o zamanların,
60’ların Orhan Kemal, Aziz Nesin yapıtlarında rastladığımız türden, Yeşilçam sinemasından Vahi Öz’ü
düşünün, onun kardeşi ya da ikizi sanki. Öğretmenle konuştu, birkaç arkadaşa sorular sordu, sıra bana
geldi, öğretmen mi kaldırdı yoksa rastgele müfettiş
mi, anımsamıyorum. Ama unutulmaz olacakmış!
Derslerden sordu, hemen hepsini bildim sanırım.
Sonunda da klasik soru geldi, büyüyünce ne olacaktım? Eskişehir, hava üssü, pilotlar da yakışıklı ve
giysileriyle daha da havalı oldukları için oğlanların
çoğu pilot, bazıları mühendis olmak isterken kızlar
da öğretmen, avukat ve eczacı olmak isterdi o
yıllarda. Müfettiş de herhalde bunlardan biri olmak
istediğimi düşünmüştür. Fakat ben kimsenin, başta
da benim düşünmediğim bir yanıt vererek, bunu en
azından kendim için unutulmaz kılmayı başardım.
-Genç Osman gibi meşhur bir türkücü olmak
istiyorum efendim!
Müfettiş duyduklarına inanamadı, sevgili öğretmenim Halil Sönmez, ki çok uzunboylu ve beyaz
14
tenli bir adamdı, boydanboya kırmızıya kesti, sınıf
arkadaşlarım donup kalmıştı. Ben söylediklerime
inanamadım!
Bir güz ya da kış günüydü olasılıkla. 1963 ya da
1964 yılında bir gün, o an öyle donup kaldı. Aradan
35 yıl geçti. “40 Şiir ve Bir…” kitabım 1997’de Varlık’tan yayımlanmış, Behçet Necatigil, Cahit Külebi,
Jüri ve Akdeniz Altın Portakal ödüllerini almıştı.
Antalya’da sanırım Cam Piramit’te 2 günlük bir
sempozyum düzenlemişti kitap hakkında. Pek çok
şair ve eleştirmen katılmıştı. İlhan Berk, Mehmet H.
Doğan da gelmişti. Tören ve sempozyumun kapanış
konuşmasını ben yapacaktım, katılımcılara da
teşekkür edecektim.
Pazar akşamüstü sahneye çıktım, bu tip törenler
için bir konuşma hazırlamam genellikle, o anda
aklıma gelenleri anlatarak başlarım konuşmaya.
Bu kez başlayamadım fakat dondum kaldım. 35 yıl
önce Eskişehir’de Kurtuluş İlkokulu’nun bir sınıfında
donmuş olan o an çözülmeye başladı. Ben de nasıl
bir mahcubiyet ve şaşkınlıkla unuttuysam, aynı
biçimde anımsamaya başladım. Geri geldi diyorlar
ya şimdi, her şey, herkes, tüm sözler geri geldi!
Genç Osman gibi meşhur bir türkücü olamadım,
az ünlü ya da yarı-ünlü diyelim bir şair oldum, yıllar
önce dediğim gibi hatta, “az tanınmasıyla meşhur.”
olsun, derdim yazmak sadece. Şiir olur, yazı olur,
öykü olur. Tabii iyisi iyi olur, biraz tanınmak da iyi
olur, ama o kadar!
Ödül konuşması yaptığım gece 40 yaş
sularındaydım, demek ki 40 yaş için söylenenler
boşuna değilmiş, nasıl aydınlandıysam artık 9-10
yaşımdaki o anı olduğu gibi hatırladım. Tamam
türkücü olamadım ama tümüyle vazgeçtim mi
bundan, elbette hayır, kötü sesime aldırmadan,
zaten orada kim bakar, meyhanede, içkili
meclislerde çok söylemişliğim, gözümün sulanmışlığı da vardır ama asıl şiir programlarında, okumalarda, atölyelerde filan söylüyorum. Ne zamandır
mı dediniz? Eh 50’yi geçtikten sonra, biraz da o
ortamlarda kimse bir şey demez diye başlıyorum
söylemeye. Hatta yurtdışında katıldığım festivallerde filan da söylüyorum. En son 2022 Temmuz’unda
Fransa’da bir şiir festivalinde bir Fransız kadın şairle
‘atışma’(jouet) yaparken, tabii şiir atışması o Fransızca bir şarkı söyledi, durur muyum ben de, Seyhan
Erözçelik, nam-ı diğer Sansar’ımızın gecenin bir yarısı Kırgızistan’dan mı ne gelip bet sesiyle, düğünümüzde söylediği “Hazreti Şah’ın avazı/turna derler
bir kuştadır/asası Nil deryasında/hırkası bir derviştedir/haydar haydar şahım haydar/ haydar haydar
pirim haydar” deyişini söyledim, sonra da uzun
uzun Hazreti Şah kim, Haydar ne, işte bunlar hep
Alevi-Bektaşi-Kızılbaş kültürü diyerek anlattım, eh
tabii biraz da propaganda yaptım!
Gel… Gelelim! Genç Osman biraz da destanın
ve türkünün etkisiyle aklımda türkücü olarak yer
etmiş, üstelik aradan nerdeyse 60 yıl geçmiş olduğu
için iyice unuttuğum da unutulmasın! Birkaç ezgisini dinlemek istedim. O afişlerdeki Genç Osman’ı en
yakışıklı haliyle gördüm, fakat türkücü değil şarkıcıymış! Üstelik de hayli olaylar olmuş o zamanlar!
Meğer sesi benzediği için, tabii rivayete göre, Zeki
Müren onu engellemeye çalışmamış mı? Odeon’dan
çıkmış “Yalan Dünya” şarkısını dinledim internette,
sahiden de şaşılacak derecede benziyor. “Sakın Unutma Beni”, “Bana Sevda Çekme Derler”, “Süreyya” şarkısı, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin ilk eşi Prenses Süreyya’yı
anlatıyor, onun evlat acısını, tacın tahtın öneminin
olmadığını. “O Beni Sevsin Sevmesin”, “İnsanlar Çula
Düştü” ise kişisel bir yazıklanma olarak söylediği bir
şarkı. Böylece onun gibi meşhur olmak istediğim
Genç Osman’ın da türkücü değil şarkıcı olduğunu
öğrenmiş oldum yıllar sonra! Yani “Genç Osman gibi
meşhur bir türkücü” olamazmışım zaten!
Max ya da Maksud
Nar yoktu daha, 2005-2006 yılları olabilir.
Montpellier’de Lodeve köyünde düzenlenen Voix
Vives Akdeniz’in Sesleri Şiir Festivali’ne katılmıştık
şair arkadaşım Metin Cengiz’le birlikte, eşim İdil
de gelmişti. Lodeve küçücük bir köydü ama 22-30
Temmuz arası o 9 günde, Akdeniz ülkelerinden
ve tabii Fransa’dan konuk ettiği 100’den fazla
şair, müzisyen, tiyatrocuyla bir karnavala
dönüşüyordu. Hem de ne karnaval, şiir
şiir olalı böyle şen olmamıştır! Derelerin buz gibi sularına ayakları
uzatarak şiir okumaktan gece
şarap eşliğinde serin otların
üzerinde yapılan söyleşilere,
müzik dinletilerine, tanışmalara, şiir hem kana hem
kalbe hem tabiata karışıyor,
hayat buluyor hayata katılıyordu, hâliyle biz de!
Lodeve deyince aklım dereye gittiği için açılış gecesinden
söz etmedim, doğrudan dereye
daldım! Derebeylik devri geçti ama
dereşairi olabilirmişim! Kilisenin önündeki
alanda konuk şairlerin en kısa şiirlerini okudukları
müzikli bir açılış yapıldı gece. Şairler oturdukları
yerden, uzatılan mikrofonla şiirlerini okuyorlar,
sahnede de Faslı, Afrikalı, Fransız, Kürt, Arap,
İspanyol pek çok dilden ve kültürden gelen müzisyenler şarkılarını seslendiriyordu. Derken genç,
iriyarı, kıvırcık saçlı, sesi de gözleri gibi gülümseyen biri çıktı elinde sazıyla, takdim ettiler, Max
Greeze. Oturdu bağlamasını çözdü, “Böyle ikrar ile
böyle yol ile/vefasız yar bana lazım değilsin…” diye
Türkçe çalıp Türkçe söylemeye başladı. Tahta sandalyelerin üzerinde sanki Pendik’te 1970’lerde işçi
sınıfımızla Cem Karaca konserine gittiğimiz yazlık
sinemalardaydık ya da Eskişehir’de Adalar’da aile
çay bahçelerinde genç Neşet’in hem bıyıklarının
hem sazının aynı anda terlediğini görüyorduk, sesi
de terliyormuş meğer!
Metin Cengiz rakı getirmiş Türkiye’den, çantasından plastik bardaklar çıkardı, İdil’e, bana verdi,
üçümüz de duygulanmıştık. O sırada hasta olan
sevgili şair arkadaşımız Ahmet Erhan’ı anarak ve
onun tez sağlığına kavuşmasını dileyerek onuruna
yudumladık rakılarımızı. Sağolasın Metin Cengiz,
eline diline sağlık Max Grezee ya da Maksoud
Karez, devrindaim olsun canım arkadaşım Ahmet
Erhan, sefan olsun İdil’im!
Gece orada bitmedi elbette, Max’ın yanına
gittik, İdil ve Metin Fransızca, ben İngilizce konuşmaya başladık, o hepimizi şaşırtan durulukta bir
Türkçeyle yanıt verdi bize. Metin ona da rakı verdi.
Hayli konuştuk, İran’da ve Türkiye’de 5 yıl kalmış,
ünlü virtüöz Talip Özkan’ın çırağı olmuş,
iki Türkçe albüm çıkarmış, Türki
ve Farsi söylemiş, adını da hem
İran’da hem Türkiye’de bilinen
Maksud koymuş, doğrusu aşk
hâline de âşıklığa da yola da
çok uygun bir ad bulmuş. Biz
de Montpellier’de bir dost
bulduk böylece gün akşam
olmadan!
Festival sonraki yıllarda
Sete’e taşındı, Montpellier’nin denizgören kasabası.
Üçtür oraya gidiyoruz, Nar da
var artık kızımız, o da geliyor. Max
ya da Maksoud’la dostluğumuz sürdü,
o ayrıca festival kapsamında resitaller de verdi.
2016’da gittiğimizde, beni göstererek, ‘Şair Haydar
Ergülen için bir deyişle başlıyorum.’ diyerek “Haydar Haydar”ı çalıp söyledi, “var ol âşık!” dedim
ben de, nur ol!
Türkiye’ye festivale davet ettim, geleceğim
dediği halde gelemedi, zaman zaman uçak korkusu
yükselirmiş meğer! 2022 Temmuz sonu bir kez
daha Sete’de festivaldeydim, eskiden beri burada
çalıp söyleyen pek çok müzisyen tanıdığı gördüm,
Maksud yoktu, sordum, bir hastalık geçirdi, şimdi
iyi dediler ama kendisinden bir haber alamadım.
İnternette araştırdım, Trio Mujgan adlı bir grupta
iki kadın müzisyenle birlikte dinletiler yaptığını
gördüm, ‘İstanbul’dan Kaşgar’a evrensel müzikler’
yaptıklarını yazıyordu duyuruda. Maksud’un da
üzerinde bir kaftan vardı, saçları da uzatmış, biraz
bizim Babazula üyeleri gibi, Murat Ertel gibi olmuş,
yakışmış, derviş ve sufi diye söz ediliyor ondan,
bence de. İyi haberlerini bekliyorum bu gönlüyle
de kocaman ve iyilik dolu gülümsemesiyle insanın
gününü aydınlatan adamın!

‘Anadolu İrfanı’ diyorlar ya sık sık, aslında ne
dediklerini kendileri de bilmiyorlar, bir yerden
duymuşlar, kendilerine yormuşlar, namazında
niyazında dinibütün olanın adını ‘İrfan’ koymuşlar,
hem de Anadolu İrfanı ha! Anadolu Kaplanları da
var biliyorsunuz! Hadi aslanım kim tutar sizi!
Anadolu İrfanı bir zamanlar olmuşsa bile şimdi
esamesi okunmuyor! Anadolu İrfanı olmasa da
Eskişehir’in İrfan’ı var, yani oldu! Nasıl oldu derseniz, şöyle bir tekerleme ile başlayalım: “İrfan Tanır/
Herkes tanır!”
Organizatör İrfan Tanır! Ben de tanırdım tabii,
Eskişehir’de Alevi-Bektaşi kültüründen olup da
İrfan’ı tanımamak olur mu hiç? Sevgili arkadaşım,
Fransız Dili Edebiyatı Profesörü Medine Sivri sağolsun “Eskişehir’in Kayıp Yıldızları” üstbaşlığıyla “İrfan
Tanır Çileli Yaşam Renkli Hayat” adlı bir kitap yazdı,
Eskişehir Tepebaşı Belediye Başkanı sevgili dostumuz Ahmet Ataç da yayımladı. Yerel yönetimlerin
yapacağı en iyi işlerden birini yaptı. Bu çok renkli
kişiliğin pek çok fotoğrafının da yer aldığı kitabı
okuyan birine İrfan Tanır hiç yabancı gelmeyecektir.
Onu Aziz Nesin, Orhan Kemal romanlarından gözü
ısıracak, roman kişilerinden birine benzetecektir.
İrfan Tanır tam da bu halk yazarlarının
kitaplarına uygun bir tipti. Prof. Dr. Medine Sivri’nin
özenli çalışması aslında bir roman için bol malzeme
sunuyor. İrfan Tanır’ın yaşamından, yakınlarından,
tanıyanların ağzından anlatımlar, fıkralar, anekdotlarla şahane bir roman çıkar ortaya, bir de belgesel
tadında neşeli bir film!
İrfan Tanır ya da namıdeğer, namıdiğer Organizatör İrfan, bir nevi Müjdat Gezen’in Darbükatör
Baryam’ı. Elindeki dönemi ve karakteri temsil eden
Bond çanta da cabası.
Eskişehirli, Harmandalı köyünden, ben de
Sarıkavak köyündenim, akraba köylüyüz yani, ‘kız
alıp vermişliğimiz var’ derler ya, daha ötesi, aynı
kan grubundanız! Ne yazık ki sevgili şehrimde çok
uzun süre kalamadığım için İrfan’ı yakından tanıma
olanağım olamadı, ama hep duydum serüvenlerini,
dinledim, şimdi de kitaptan okuyorum.
Medine Sivri Hoca’m onun için “adeta Eskişehir’de yaşayan son Bektaş” diyor ki, güleryüzü,
şakaları, rahatlığı ve anekdotları da bu tanımı
doğruluyor. Eh köyü de Nasrettin Hoca’nın köyüne
yakın, çelebiliği ondan. Türkmen kocası Yunus Emre’yi de unutmayalım, aynı topraklarda pirinç verip
nefes alıyoruz.
İrfan Tanır, tiyatro ve konser etkinlikleri düzenleyen, şiir yazan, köyü Harmandalı’nın tüm
sakinlerini şiir yoluyla kayda geçiren, yaptıklarıyla hem şaşırtan, kızdıran, güldüren, ama
hemen her zaman da bağışlanan biri. Fotoğrafına
bakınca anlaşılıyor zaten. Tatlı dili, güler yüzüyle
şeytan tüyü taşıyan bir adam. Ve tam da Aziz
Nesinlik bir durum, siyasetle ilgisi yok ama Millet
Meclisi’ne rahatça girip çıktığı gibi, adına özel
kartvizit bile bastırılmış meclisle ilgili. Üstdüzey
bürokratlar ve milletvekilleriyle zaten ahbap!
1946’da doğmuş 2012’de veda etmiş, 66 yıllık
bir yaşam, mezartaşını da ölmeden yazdırmış:
“İşte böle bir hayat/kimine tazedir kimine bayat/
muhabbetle ömür artar/ öldükten sonra yat Allah
yat, yat Allah yat!” Haksız mı?
Yaşamöyküsünü de kendi ağzından yazmış:
“Elinde James Bond çantası/yoktur hasırı yansa da
villası/Emrah’ın, Fatma’nın, Aslı’nın babası/İşte ben
İrfan Tanır’ım” diye uzun uzun tanıtmış kendisini.
Pir Sultan’ı, Dadaloğlu’nu, Şah Hatayi’yi, Karacaoğlan’ı okuyarak büyümüş köy yerinde. 20 yaşında
Ankara Radyosu’nun sanatçı sınavına katıldıysa da,
Emel Sayın, Recep Kaymak, Şakir Öner Günhan,
Muazzez Abacı, Seçil Heper gibi adların da katıldığı
bu sınavda başarılı olamamış.
Sınavda başarılı olamamış ama Ankara
radyosu Halk Müziği Müdürü Osman
Özdenkçi, İrfan’ın sesini beğendiği için onu Unkapanı Plakçılar
Çarşısı’na yollamış. Gitmiş, o
zaman 45’lik vakti, “Durnalar
ve Harmandalı Dağı’nda Esen
Rüzgâr” adlı bir plak doldurmuş.
Ve plağıyla birlikte kendisini de
tanıtmak için, Ankara’ya gidip
Âşık Mahzuni’yi, o yıllarda pek
tanınmayan Neşet Ertaş’ı bulmuş,
Âşık Daimi, Osman Dağlı ve Zöhre
Varışlı’nın da katılımıyla Eskişehir’de bir
konser düzenlemiş. Üç yıl sonra da 1969’da
Yalaman Adası dediğimiz, şimdi gençlerin kafe ve
barlarda zaman geçirdikleri Adalar’da bulunan bir
yazlık sinemada Neşet Ertaş konserini düzenleyen
de oymuş, çok kalabalıktı anımsıyorum, biz de
ailecek oradaydık.
Devekuşu Kabare Tiyatrosu, Zeki Alasya, Metin
Akpınar, Ali Poyrazoğlu, Musa Eroğlu, Âşık Hüdai,
Müjdat Gezen, Levent Kırca ve pek çok müzisyeni,
âşığı, tiyatrocuyu hem Eskişehir’e getiren hem
Anadolu turnesi yaptıran Organizatör İrfan’ın,
yaşamöyküsü destanında da “Ne güzeldir ölümsüz
bir eser/Dostlarım bazen sever bazen küser/Gönlüm
yaz bahar amma cebimde fırtına eser” dediği gibi
olur bazen. Zarar eder, tiyatroların ve müzisyenlerin paralarını ödeyemez, sorun çıkar, mahkemelere
düşer. Ama vazgeçmez İrfan Tanır!
Arif Sağ, Tolga Sağ, Aliye Akkılıç, Erdal Erzincan gibi ünlüleri de getirir Eskişehir’e, onlara da
şiirler yazar: “Biri kaytan bıyıklı birisi civan/biri
Karacaoğlan biri Pir Sultan/biri Tolga Sağ biri Erdal
Erzincan/şu iki güzel insana bakın”. Harmandalı
köyü için yazdığı şiirde hemen herkesi sayar ve
onları layığıyla anar. Harmandalı da bunu hak
eden, ilerici, hoşsohbet, kalender insanların oturduğu bir Alevi köyüdür.
İrfan da çoğu Alevi gibi sosyal
demokrat, Kemalist, sol görüşlü biridir. 1989’da Eskişehir
belediyesini SHP’den Selami
Vardar yönetiyordu. Fakat
yolların çamur olması, suların
akmaması İrfan’ı öyle bunaltır
ki bir şiirle hicveder durumu:
“İrfan Tanır’ım bilmem ki niye/
hal beyan edeceğim İnönü’ye/utanıyorum SHP’liyim demeye/ bu ayıp
Eskişehir belediyesi”.
Bir de Seydo Dede’ye şiir yazmıştır; Seydo,
annemin dayısı ve delibozuk bir adamdır. Tam bir
yayan yapıldaktır, dolaşmadığı semt, köy, ilçe,
pazar yoktur, çobanların yanına gider, onlarla
sohbeti çok sever. Nevi şahsına münhasır ne
demektir diye sorulsa, herhalde gösterilecek ilk
kişilerden biriydi: “Ne sarayı sever ne de hanı/sekiz
çanı vardır bir de kavalı/sabahtan Yediler öğlen
Takkalı/şu bizim Seydo Dedemiz”.
İrfan Çetinkaya da annemin akrabası, hali
vakti yerinde, nakliyat şirketleri olan, zengin bir
aleviydi Eskişehir’de. Hacı Bektaş Veli derneğinin
başkanlığını yaptı, cemevi kurulmasına da öncülük etti. İkisi birlikte düşünülünce belki bir Anadolu İrfanı çıkar bundan. İrfan Tanır, Çetinkaya
için yazdığı şiirde de farklılıklarına değinir: “Onun
Mercedes’i yeşil, benim kravatım/O Uludağ’da
tatil yapar ben gönül dağında/O Rusya’ya maça
gider ben Bursa’ya/o nar suyu içer ben kar suyu
içerim/ onun serveti kadar benim borcum var.”
Bizim de Eskişehir’de bir tür ‘Âşıklar Cemi’
kuran, yürüten, bu çelebi, hoşsohbet, güleryüzlü
adama, Organizatör İrfan’a gönül borcumuz var,
devridaim olsun.

Yazarın Diğer Yazıları
Genç Osman Gibi Meşhur

“Böyle ikrar ile böyle yol ile/ vefasız yar bana lazım değilsin...” diye Türkçe çalıp Türkçe söylemeye başladı.

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku