Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir.” diyor Goethe. Ya Goethe yanılıyor ya da kalbim o kadar hassas değil; dünya cehennem gibi gelmiyor.
“Dünya, hassas kalpler için bir
cehennemdir.” diyor Goethe. Ya
Goethe yanılıyor ya da kalbim
o kadar hassas değil; dünya cehennem gibi
gelmiyor.
Ne zaman çatlamış bir yol görsem “Bu yoldan
kaç kişi yürüdü ki acaba bu kadar aşınmış!” diye
soruyorum. Yolların çatlaklardan şikâyeti yok;
ya Goethe yanılıyor ya da zebaniler bir bir yolları
çatlatıyor.
Başarmak ve mutluluk arasında ince bir
çizgi var. Başarı mı mutlu olmayı getirir,
mutlu yaşamak mı başarıyı getirir? Hiçbir şeyi
başaramamış birisi ne kadar mutlu olabilir?
Mutsuz olan biri neyi ne kadar başarabilir?
Soruları çoğaltabiliriz ama insana göre
başarının mutlulukla kesin bir yerlerde ilgisi
var. Eee, o zaman ya Goethe yanılıyor, dünya
hassas kalpler için değil, başarısız ruhlar için bir
cehennem; ya da hassasiyetsiz hiçbir başarı başarı
değil ve başarıyla gelen mutluluk gerçek değil…
Yoo hayır, Goethe’ye takmadım. Sadece
doğru söylemesinden korkuyorum; çünkü
eğer haklıysa cennette yaşayan ve cehennemi
bilmeyen çok kalp var bu dünyada!
Bir şarkı var ya hani “Dünyayı güzellik
kurtaracak” diyen, sanırım dünya “Ey güzellik
ha tükendim ha tükeneceğim; daha fazla geç
kalmadan gel.” demekte. Ne zaman bu şarkıyı
dinlesem dünyaya da kulak veriyorum. Canı
yanıyor, bir yerlerde yarası var ve kapanmıyor.
Biraz stresli gibi… Yemyeşil saçları dökülüyor,
masmavi cildi kırış kırış oluyor. Ve üzerindeki
her nefes gün geçtikçe gaddarlaşıyor. Zaman
dünya için başka, bizler için başka akıyor.
Korkarım bizim tasvir ettiğimiz güzellik,
dünyayı kurtaracak olan değil. Bir an evvel
tasvirimizi değiştirmek gerekiyor.
Elbette şarkı, insanı kafa karışıklığından
berraklaşmaya davet ediyor. “Barış mı? Savaş
mı?” her ne kadar “Gerektiğinde savaş!” diye
cevap verenler olsa da o gereklilik de barış
için deniyor. Mesela kafa burada karışıyor.
Eee herkes barışçıysa neden onlarca savaş
sürüyor? Binlercesi yaşanmış. Nehrin yukarısı,
boğazın limanı, ovanın toprağı derken savaşa
tutuşmuyor muyuz? Hayır, dünya da güceniyor.
Kimse onu dinlemiyor. Ben hepinize yeterim
diyor, kimse dinlemiyor. Ya da işi yapan
binlercesi kıt kanaat ay sonunu beklerken
büyük patronlar diziyor ardı ardına köşeleri
seri seri dönüyor. Nâzım’ın tükenen kalemi
meselesi. Birine sorsan hakkı yeniyor, diğerine
sorsan hak teslim ediyor. İyi de dünya “Hak
eşittir!” diye haykırıyor. Kafalar karışık olunca
tabii duyulmuyor.
Şarkıyı dinleyince Goethe’yi sorgulamayı
bırakıyorum. Sanırım doğru söylüyor ve şarkı da
yolunu gösteriyor. Bize düşen kahramanlaşmak,
kalbimizi hassaslaştıracak kadar cesur olmak
ve güzelliği arayıp bulmak. Çünkü güzellik
hassas kalplerin ardına gizlemiştir haritasını.
Evet, katılıyorum; hassaslaştıkça cehennem
olacak bu yaralı dünya. Kaldırabileceğimizden
çok sıcak ve asla ısınamayacağına inandığımız
bir zemheri var, hassaslaşan kalbin sonunda.
İnanıyorum ki terazisi bozuk değil dünyanın ve
hassaslaşarak bulacağız dengeyi. Ne çok soğuk
ne çok sıcak… İnanarak sağlayacağız dengeyi;
sevgiye, hassasiyetlere, inceliklere inanarak…
Gülten AKIN diyor ki “Ah, kimselerin vakti
yok/ Durup ince şeyleri anlamaya.” Durmalıyız
oysa. Durup bakmalıyız ardımıza ve o kıymetli
vaktimizden(!) ayırmalıyız incelikli olmaya.
Birilerinin normlarına göre kurgulanmış hayat
çizgimizden dışarıya cesur adımlarla çıkmalıyız.
Aksi halde devam edilecek kesilmeye kara
saçlar. Düşecek canım şehirler, sürülecek ruhlar
yaşamayı bildikleri coğrafyalardan. İhmaller
kaderleşecek, erk avuçlar hak edilmişleri
bahşedecek. Yetinmek ve kabullenmek kalacak
gürül gürül akıp giden bir hayatta.
Tüm bunları düşünürken içgüdüsel olarak
unuttuğumuz bir eylem var; “sevmek”. Ne neyi
sevmemiz gerektiğini ne de nasıl seveceğimizi
biliyoruz. Ne de tarif edebiliyoruz. Sevgi
“ne bulduysan koy aşı” gibi… Kimi şiddetin
prangasını kırıyor, kimi kendini unutuyor
severken. Alışkanlıklarımızla sevginin saflığını
kirletiyoruz. Kendi zaaflarımızı örtüyoruz
“Seviyorum.” diyerek. Ve en çok da bedenimize,
ruhumuza ne zarar veriyorsa onu sevdiğimizi
sanıyoruz. Tüm doğrularımız yanlışlarımıza
mağlup oluyor. Cıva gibi oda sıcaklığında cıvık
cıvık oluyoruz ve element tablosunda metal
olarak geçiyoruz. Bazen çok mu çok çekilmez
oluyoruz. Bir filmde edilmiş büyük bir laf
yediden yetmişe hepimizin ezberinde. Soruyor
kadın kendisine “Sevgi neydi?” ve cevaplıyor
yine kendi kendine “Sevgi emekti.” Peki, ben
soruyorum şimdi de; emek gerçekten sevgi mi?
“Yaptığım işe çok mesai harcadım. Yılların emeği
var. İşim bittiğinde dünyayı değiştireceğim ve
çok seviyorum işimi.” Ne yapıyorsun? “Nükleer
Füze”… Haydaaa! Başlarım böyle sevgiye ve
de emeğe! ☺ Hırsına köle olmuş emek ve
hırsla beslenmiş sevgiden daha tehlikeli ne
olabilir? Ve daha başka ne anlamını bozabilir,
sevginin de emeğin de. Sevgi neydi, tam olarak
söyleyemem; ama hırslarımızdan arınmadan
gerçekten sevemeyeceğimizi ve dünyayı
kurtaracak güzelliği de bulamayacağımızı
söyleyebilirim…
Yine şarkımız ne diyor “Bir insanı sevmekle
başlayacak her şey.” Bazı uzmanlara ve çok
önemli kitaplara(!) göre ‘sevmek kolay hatta
insanın kendisini sevmesi en kolayı’. Böylece
her şey gibi sevmeyi de kolaylaştırabileceğimizi
sanıyoruz. Oysa kolay değil. Bir insanı
sevebilmek, hele ki kendimizi sevmek ne
kadar zor gelir. Bunu da ancak deneyen
bilir. Ben şarkıya kulak vermek istiyorum ve
madem sevgiyle başlayacak her şey, ben de en
zorundan, önce kendimi sevmeyi öğrenerek
başlayacağım dünyayı değiştirmeye…
“Yolcular ellerinde tek gidişlik bir biletHenüz bilmeseler de hayat bundan ibaret” Güzel şarkıdır “İstasyon İnsanları”… Bu şarkı bana neleri gözden kaçırarak yaşadığımızı anımsatır. Her dinlediğimde unuttuklarımı, gözden kaçırdıklarımı ararken bulurum kendimi. Bir anahtardır kendime, başkasında ki kendime. Herkesin bir istasyon macerası vardır elbette. Birbirinden farklı olmayan ama çok farklı izler bırakan. Mesela hepimiz için soğuktur […]
Devamını OkuDünyanın kendi etrafında üç yüz altmış beş kere, güneşin etrafında tam bir tur dönüşüdür geride kalan yıl. Yani aslında döne döne aynı noktaya gelip, yeniden başladığımız için bu kadar sevinçliyiz. Başlangıç tarihimiz 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece yarısı saat tam 00:00. Son on saniyeyi geri sayarak, kimi zaman önde, kimi zaman birkaç saniye geride […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku