İyiliği Örgütlemek…
İyilik ve (karşıtı) kötülük kavramlarının, soyut
kavramlar olmayıp, kişisel ve toplumsal
nedenleri, kökleri, kaynakları olduğu biliniyor.
Sözgelimi, bir işveren, kötü insan olduğu için
değil, o nedenle değil, kapitalizmin gereği olarak
işçisini sömürmektedir.
Kötü ya da iyi bir insan olmasının bu sömürüye
ilişkin olarak etkisi görecelidir, çok fazla oransal
önemi yoktur.
Örneği aşırı bir noktaya götürecek olursak,
iyi kalpli işverenin, işyerini işçileri arasında
paylaştırıp kendisinin de onlardan biri olarak
yaşamını sürdürebileceğini düşünebiliriz…
Fakat bu iyi niyetli davranış tekil bir örnek
olarak kalacak, daha da öte işçilerden biri ya da
birkaçı yeni patronlar olarak palazlanacaktır…
Çünkü eşyanın (söz konusu örnekteki
sistemin) doğası gereğidir bu…
Örneği tersinden alalım…
Yoksul biri, bir emekçi, örnekleri ne yazık
ki çokça görüldüğü gibi, kötü yürekli bir insan
olabilir…
Onun bir emekçi, sömürülen biri olması, ille de
iyi bir insan olmasını gerektirmiyor…
Demek ki iyilik ve kötülük kavramlarının
toplumsal ve kişisel nedenleri, kökleri, kaynakları
var…
Fakat benim bu yazıda irdelemek istediğim
konu bu değil…
•••
Çevremize baktığımızda hem iyiyi ve iyiliği,
hem kötüyü ve kötülüğü görüyoruz…
İyi ve kötü, iyilik ve kötülük bir arada, sürekli
bir savaş durumunda varlıklarını sürdürüyor…
Bu değişmez bir yazgı mıdır?
Kötü ve kötülük, iyi ve iyiliğin yanı sıra sürgit
sürdürecek mi varlığını?
Ve çoğu kez, ona üstün gelerek, onun sesini
boğarak, onu gerileterek, susturarak ve sonuçta
da yok ederek…
Ben bunun böyle olmayacağını, daha doğrusu
böyle olmaması gerektiğini düşünenlerdenim…
Kötülük belki hiçbir zaman tümüyle yok
olmayacak dünyadan…
Toplumsal yaşamda da, bazı insan
yüreklerinde de sürdürecek varlığını…
Fakat onu geriletmek, etkisini azaltmak,
İyiliği
örgütlemek
zararlarını en aza indirgemek hiç de olanaksız
değil.
Bu nasıl başarılacak?
Yanıt, yazının başlığındadır…
•••
Örgüt, örgütlenme, örgütlenmek, örgütlü
olmak sıkça kullandığımız kavramlar.
“İyiliği örgütlemek” derken farklı bir şeyden
söz etmiş olmuyorum…
Fakat yine de kullanılmalarına pek fazla alışık
olunmayan bir alana taşımış oluyorum onları…
Çünkü genellikle, iyi bir insan olmanın, sadece
bunun, iyilik için yeterli olduğunu düşünmek
eğilimindeyizdir…
Başkalarına kötülüğü dokunmayan, kimseyi
kırıp incitmeyen, daha da öte elinden geldiğince
başkalarının yardımına koşan kimseleri iyi insan
olarak niteleriz.
Bu doğrudur da… Genellikle iyi insanlardır
onlar…
Fakat bu iyi insanların varlığı, ne kadar çok
sayıda olurlarsa olsunlar, dünyada, ülkemizde,
herhangi bir insan topluluğunda, kötülüğün
etkisinin azalması, onun ortadan kalkması için
yeterli midir?
Bunun böyle olmadığı, olamayacağı açıkça
gözler önünde…
Nedenleri ise çok basit…
Kötülük sinsi ve kalleştir…
İnatçı ve zalimdir…
“Su uyur düşman uyumaz” bilgece
özdeyişindeki gibi, iyilik uykudayken kötülük
hinliklerini, “melanet”lerini tasarlar ve özellikle
de böyle zamanları fırsat bilerek uygulamaya
koyar…
O aynı zamanda da örgütlüdür…
Çünkü kötüler, zalim oldukları kadar
korkaktırlar da…
Ortak çıkarları ve gelecek korkusu onları
bir hırsızlar, katiller çetesi gibi bir arada
tutmaktadır…
Onlardan geri adım atmalarını beklemek
boşunadır…
Çünkü her geri adımın, sözünü ettiğim
suçlu çetelerinin bir mensubunun pişmanlığı
ya da itirafı gibi, sonlarının başlangıcı olacağını
bilmektedirler…
Bütün bu ve benzer nedenlerle, örgütlü
kötülük karşısında örgütsüz iyilik, La Fontaine
masalında kurdun karşısındaki yavru kuzudan
farksızdır…
Tek başına, tekil olarak iyilik, hiçbir şey değilse
bile, hiçbir şeye yakındır…
Öyleyse tek tek iyi insanların, iyiliğin, kötüler
ve kötülük karşısında örgütlenmesi gerekiyor…
Kötülük lanetinin kökü tümüyle kazınamasa
bile, onun zararlarını en aza indirgemenin yolu, iyi
insanların tek tek iyi insan olma köşelerinden
çıkarak güç birliği yapmaları, iyiliğin kötülüğe
karşı örgütlenerek savaşım vermesidir…
Bu başarıldığında, başarılabildiği ölçüde,
kötülüğün örgütlü iyilik karşısında hiç de
yenilmez olmadığı; tam tersine, bir ucundan
çözülen bir hırsızlar, katiller çetesi gibi, inanılmaz
bir hızla çözülüp dağılacağı, paramparça olacağı
görülecektir…
Sanırım hemen herkes gibi zaman olgusu (ve kavramı) üzerine çocukluk dönemlerinden bu yana hep düşündüm. Daha önce de yazılarımda sözünü etmiş olmalıyım, on yaşlarımda ya da az sonrasında bir ara zihnime, zamanı durdurabilir miyim sorusu takılmıştı… Aynı yollardan gidip gelmek… Bir hareketi sabitleştirmek… Böylece sanki bir ân’ı, o en küçük zaman dilimini kalıcı kılarak sonsuzlaştırmak, […]
Devamını OkuHayatım öğrenmekle geçti. Kendimi bildim bileli öğreniyorum. Bundan şikâyetçi miyim? Hayır. Öğrenmek mi öğretmek mi diye sorsalar, hiç duraksamaksızın, öğrenmek derim. Öğrenmenin nesini mi seviyorum? Sanırım her şeyinden çok, sürecini. O süreç, tıpkı aşkta olduğu gibi, bilinmezlikler, güçlükler, keşiflerle doludur. Fakat yine tıpkı aşkta olduğu gibi heyecan vericidir. Sonrası mı? Sonrası da güzeldir kuşkusuz. Öğrendiğinizi […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku