Nitelikli yazarların iyilik kavramı üzerine düşüncelerini derlemek fikri, değerli filantrop dostlarım Ayşen Özyeğin ve Ayla Göksel’den çıktı.
Nitelikli yazarların iyilik kavramı üzerine
düşüncelerini derlemek fikri, değerli
filantrop dostlarım Ayşen Özyeğin ve
Ayla Göksel’den çıktı. Yıllardır yürüttükleri
sivil toplum kuruluşu çalışmalarının faydasını
sorgulamakla başlamışlardı, değerli yazarlarımızın katılımıyla proje kapsamı genişledi.
Binlerce yıldır filozofların, doğa bilimcilerin,
antropologların, ilahiyatçıların ve daha pek
çok uzmanın incelediği iyilik ve kötülük kavramları üzerine yeni bir söz söyleyebilmek zor.
Jean Jacques Rousseau’nun ‘doğa ve eğitim’ sorunsalı ve Marcus Aurelius’un ortaya koymuş
olduğu bazı argümanlar hâlâ tartışılıyor. Tıpkı
insan türünün yıkıcılık niteliklerini inceleyen
Freud ve ondan etkilenen ama koşulların etkisini öne çıkaran Erich Fromm’un düşünceleri
gibi.
GÜNDELİK HAYATIN DA
BİR KONUSU
Sadece düşünürler ve bilimsel çalışma
yürütenler değil, gündelik hayatın içindeki
insanların da üzerinde durduğu bir konu bu.
Sıkça yargılar ve kanaatler dile getiriliyor.
İyilik ve kötülük üzerine söylenen sözler çoğu
zaman “insan iyidir” veya “insan kötüdür”
gibi genellemeler içeriyor. Bu duruma biraz da,
yaşamaya devam edebilmemiz ve kendimizi
koruyabilmemiz için böyle değer yargılarına
ihtiyaç duymamız neden oluyordur. Oysa konu
üzerinde daha uzun durdukça, konuyu daha
kapsamlı inceledikçe, genelleme türündeki
kanaatlerimiz zayıflıyor, soru işaretlerimiz ve
şüphelerimiz çoğalıyor.
“Serenad” romanımın kahramanı Maya’ya
büyükannesinin iyilik konusunda verdiği
öğütler, çeşitli kitaplarımdan alıntılanan
sözlerin başında geliyor. Okurların en fazla ilgi
gösterdikleri konuların başında iyilik-kötülük
geldiğini bu örnekten de görebiliyorum. Şöyle
diyordu büyükanne: “Bu dünyada sana kötülük
yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama
unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak.
Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle
dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi
olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama!
Kendini koru… İnsanlara karşı kendini koru!”
Görüldüğü gibi, filozoflardan büyükannelere,
bilim insanlarından okurlara kadar herkesin
iyilik ve kötülük üzerine söyleyecekleri var.
NİKBİNLİK, BEDBİNLİK
Böyle konulardaki yazılardan genellikle kötülük övgüsü değil de iyilik kavramının öne çıkarılması bekleniyor. Bu da piyasayı kaplayan
kişisel gelişim kitaplarındaki ‘evren’, ‘karma’,
‘pozitif düşünme’ gibi naif görüşlere kapılmak
ve içi boş bir iyilik övgüsü yapar durumda kalmak türünden tehlikelere neden olabiliyor. Bu
tuzağa düşmemek için kelimelerin etimolojik
kökenlerinden ve değişik kültürler içinde aldığı
biçimlerinden yola çıkmak gerekebilir.
Toplumumuzun zaman içinde oluşturduğu
kelime ve kavram bütünlüğünü göz önüne
alınca, iyilik ve kötülük diye dile getirdiğimiz
olguların özünde ‘hayır’ ve ‘şer’ kavramlarıyla
ilişkili olduğunu görüyoruz. “Hayır işlemek”
(bir tek kişiye iyilik yapmak değil, genellikle
tanımadığınız insanlara faydası dokunacak
işler yapmak), “hayrat yaptırmak”, “hayırlı
olsun”, “hayrın karşı gelsin”, “yap bir hayır at
denize, balık bilmezse halik bilir”, “her şerde
bir hayır vardır”, “hayırlara vesile olsun”,
“Allah bizi onun şerrinden korusun” gibi sözler
toplumun kültür kodları olarak içimize yerleşmiş. Bu kavramları, deyimleri, bunlarla ilgili
sözleri, düşünceleri dilimizden ve kültür geçmişimizden çıkaramayacağımıza göre, bunlara
öncelik vererek düşünmekte yarar var.
Hayır ve şer sözcükleri, Batı dillerindeki
‘kindness’ ve ‘meannes’ı daha iyi karşılıyor.
Mesela İngilizcede iyilik, good kelimesinden
gelen ‘goodness’, kötülük de bad kelimesinden türeyen ‘badness’ değil. Bizdeki ‘iyilik ve
kötülük’ biraz zorlama kelimeler ve tarihsel
derinlikleri yok.
İyimser kelimesini ‘iyilik’ten, kötümser
kelimesini ise ‘kötülük’ten türetmişiz. Eskiden
bu kavramları nikbin ve bedbin sözleriyle
karşılıyorduk. Latinceden gelen optimizm
(optima), bir şeyin iyi olması ile iyilik yapılması
arasındaki anlam farklılığını kesin çizgilerle
ayırır. Aynı şekilde pesimizm (pessima) de
öyle, bir şeyin kötü olması ile kötülük yapılmasının anlam farklılığı belirgindir. Latince iyi
(bonum) ile kötü (malus) kelimelerinin bizdeki
gibi iyimserlik ve kötümserlik kavramlarının
kökeni olmadığı çok açık.
Mesela bu köklerden gelen ve
doktorlarımızın kanser için kullandıkları
benign (selim) ve malign (habis) kavramlarını
düşünelim. Bu kelimelerin vücuttaki tümörün
iyi ve kötü cins olmasıyla ilgisi var elbette ama
iyilik yapmak veya kötülük yapmak kavramlarıyla ilgisi yok. Ayrıca iyimser ve kötümser
olmakla da bir alakası bulunmuyor.
Başka birçok alandaki düşüncelerde olduğu
gibi, bu konuda da etimoloji sorunu, aşılması gereken bir engel gibi karşımıza çıkıyor.
Kavramları karşılayan sözcükleri üreten bir dil
(kültür) geliştiremeden, kelime ikameleriyle
anlam kaymaları yaşayan, bazı kavramlar
için genelgeçer bir kelime uydurma tutumumuzdan dolayı, belki de dilimizin en kısıtlı
dönemini yaşıyoruz. Terminoloji birliği olmadığı için tartışmalarımızı bir sağırlar diyalogu
haline çeviriyoruz. Bu yüzden önce terminoloji
üzerinde uzlaşmalı, ancak ondan sonra fikir
belirtmeliyiz. İyi/kötü, iyilik/kötülük, iyimserlik/kötümserlik kavramlarını ele aldığımız bu
yazıda kelimelerin kapsamı üzerinde durmam
bu titizlikten kaynaklanıyor. Çünkü anlayabilmemiz ve anlatabilmemiz -bu anlamda- aynı
dili kullanmamıza bağlı.
Demek ki ‘iyi olmak’ ile ‘iyilik yapmak’, hele
‘iyimser olmak’ aynı anlamda kullanılamaz,
anlamları birbirinden türetilemez. Çok iyi bir
insan da yeri geldiğinde kötümser olabilir.
Hatta hayat onun iyi hayallerini karşılamadığı
için, ‘kötü’ diyebileceğimiz insanlara göre daha
sık ‘kötümserlik’ dalgalarına kapılabilir.
ETKEN, EDİLGEN
‘İyi insan’ veya ‘kötü insan’; böyle değişmez,
katı bir tanım var mıdır sahiden? 19. ve 20.
yüzyılların önemli kriminoloğu Lombroso ve
onun öğrencisi olan Ferri, suçun genetik yollarla geçtiğine, bu yüzden bazı insanların suçlu
doğduğuna, bu özelliğin de fizyonomiye yansıdığına inanıyorlardı. Bu nedenle bazı ‘katil doğanlar’ daha suç işlemesine imkân bulamadan
görünüşlerine göre ayıklanıp birtakım adalara
kapatılmalıydı. Bu düşüncenin özellikle Ferri’yi
ister istemez Mussolini faşizminin kucağına
oturttuğunu söylemeye gerek yok sanırım.
Elbette bu görüşler artık terk edilmiş durumda. Ancak hâlâ ‘iyi niyetle’ ortaya çıkan
kötülükler devam ediyor. İşyerlerinde, aile içlerinde, okullarda, çeşitli ortamlardaki ilişkilerde karşısındakinin iyiliğini hedefleyen ama ona
zarar veren tutumlara rastlanıyor.
İyilik ve kötülük kavramlarını hem
etken hem de edilgen olarak ele almamız
gerekiyor kanısındayım. Bizim iyiliğe ya da
kötülüğe eğilimli oluşumuz başta akıl, sonra
görece olarak ahlak ve değerler sistemiyle
düzenlenebilir belki de. Başkanlarının iyilik
veya kötülük yapması ise bizim bireysel
irademize bağlı değildir. İyiliğe ve kötülüğe
maruz kalmak, elimizde olmayan bir
durumdur. Sartre bu yüzden mi “Başkaları cehennemdir.” deme gereğini duymuştu acaba?
Neye maruz kalacağımızı kendimiz belirleyemesek de, insan her durumda bir tercih
yapabilir. Kişiliğine, içinde yetiştiği kültüre,
inancına, duygularına ya da sadece aklına
dayanarak eylemini saptayabilir. Öyleyse,
“İyilik ve kötülük bir seçimdir, insanın kendi
özgür iradesiyle seçtiği bir tutumdur.” diyebilir
miyiz? Bence evet. Çok sağlıksız ortamlar ve
koşulların zorlamasıyla bazen aklı ortadan
kaldıran devirler hesaba katılmazsa, insanlığın
geneli için kabul edebileceğimiz bir saptama
bu. İyiliğe yönelmek ve kötülükten kaçınmak,
büyük ölçüde bizim hayata karşı tutumumuzu
yansıtan temel bir değer ölçüsü.
Aslında ‘kötülük’ yapan insanlar genellikle
eylemlerinin kötülük olduğunu düşünmezler.
Çoğu durumda, kötülüğü tercih etmekten çok,
bir referans sorunudur bu. Namus, gelenek,
toplum, vatan, din, mezhep, kabile, hatta
futbol kulübü gibi bağlılık talep eden kavramlar, kişilerin en canavarca eylemlerini bile iyilik olarak gösterme, yani çarpıtma gücüne sahip.
20. yüzyılın kötülük zirvesi 3. Reich bile, Alman
ırkını kurtaracak büyük ve uzun vadeli bir iyilik
eylemi(!) peşindeydi. En kirli emeller de bir
kutsallık ve toplumun genel çıkarı maskesiyle
örtülü olarak sunulur. Dolayısıyla, neyin iyilik,
neyin kötülük olduğu konusunda doğru karara
varabilecek temel referanslara sahip olmak
gerekiyor.
Jean Paul Sartre’ın verdiği örnek, ilk gençlik
dönemimden beri, iyiyi seçmek konusunda düşüncelerimin şekillenmesinde etkili olmuştur.
Kahramanımızın ülkesi Fransa, savaştadır. Bizim delikanlının da iyi bir yurttaş olarak, hatta
‘normal’ bir yurttaş olarak, vatan savunması
için askere gitmesi gerekmektedir. Öte yandan, ölüm döşeğinde ve tek oğlundan başka
hiçbir dayanağı olmayan yatalak annesi vardır.
Bu durumda ‘iyi insan’ nasıl davranır; delikanlı
nasıl karar verecektir? Askerden kaçıp annesini
yaşatmak mı, yoksa annesinin ölümü pahasına
anayurdu savunma savaşına katılmak mı?
Bu ikilemi çözmek için Kutsal Kitap’a başvurur ama bir yanıt bulamaz. Çünkü kitabın
farklı bölümlerinde her iki eylemin de şart
olduğu yazmaktadır. Delikanlıya ne papaz yol
gösterebilir ne devlet ne de toplum. Dolayısıyla seçimini kendi yapmak zorundadır. Ve bu
tercihi sonucunda, hayatının geri kalanını artık
o kararı vermiş kişi olarak yaşayacaktır; yani,
kendini seçmek durumundadır. Sartre’ın varoluşçuluk felsefesini güçlendirmek için verdiği
bu çarpıcı örnek, konumuza da uyuyor ve bizi
aydınlatıyor sanıyorum.
İnsanlığa her çağda, her coğrafyada ve her
koşulda değişmez kurallar koyan ve bu kurallar
kendi içinde çelişse bile üstü kapatılarak
mutlak kabul edilen kitle yönlendirmelerini bir
tarafa bırakacak olursak, insana ‘iyi’ ve ‘kötü’
konusunda kim ya da ne yol gösterecek? Sartre’ın delikanlısı kendisini nasıl seçecek?
Benim düşünce dünyamda bu soruların tek
bir cevabı var: Akıl. Koşullanmamış, kirletilmemiş ve gerçeği aramaktan vazgeçmeyen, iğfal
edilmemiş akıl.
İnsan düşüncesinin en üst aşamalarından
biri olan aydınlanmayı benimseyen bir insan
olarak, başka bir yol gösterici kabul etmem
mümkün değil.
Bir konuda düşünürken, elbette öncelikle
daha önce o konu üzerinde durmuş büyük
düşünürlerin çalışmalarını incelemek gerekir.
Bir kısmına katılmasak ve bir kısmı artık
geçerliliğini yitirmiş de olsa, onların düşünceleri yolumuzu aydınlatan fener işlevi görürler.
İyilik-kötülük konusuna Baruch Spinoza’nın
yaklaşımını hatırlatmama izin verin lütfen:
Spinoza’ya göre; bir eylem, insanın
nefret ya da başka türden kötü bir duyguyla
etkilenmiş olmasından doğmuşsa kötüdür.
Edilgen bir durumda, iyilik veya kötülük
duygusu hissetmeden de çeşitli eylemlere
yönlendirilebiliriz.
Açıktır ki, Spinoza her türlü eylemin akla ya
da akıldan kaynaklanan duyguya bağlı olarak
gerçekleşmesi gerektiğini savunuyor. Davranışları bu açıdan değerlendiriyor. Karşısındakine
yumruk atmak veya ateş etmek gibi davranışlar, aklın egemenliğindeki bir kişi açısından
anlamsızdır. Korkunun güdümünde hareket
eden ve kötü bir şey yapmaktan kaçınmak için
iyi bir eylemde bulunan insan, aklın güdümünde hareket etmiyor demektir. İnsan akıldan
doğan arzu sayesinde iyinin peşine düşer ve
kötüden de dolaylı olarak kaçınır. Böylece,
aklın kılavuzluğunda iki iyi arasında daha iyi
olanın, iki kötü arasında da daha az kötü olanın peşine düşeriz.
MESELENİN YÖNLERİ
Her olgunun prizma gibi değişik yüzleri var
ve biz hangi açıdan bakarsak onu görüyoruz.
İyilik-kötülük meselesine sosyolojik açıdan
bakmak, kuşkusuz en önemli yönlerini görmek
için önemli. Onlarca yüzü bulunabilen prizmaların sadece bir iki yüzünü incelemek yanılgılara neden olacaktır. Ne var ki, 20. yüzyılda
iyice kanıksanan uzmanlaşma, bir vida gibi
hep olduğu yeri delen tek boyutlu algılamalara neden oluyor ve “ağyarını mani efradını
cami” bir biçimde konuları kavramakta güçlük
çekiyoruz.
İyilik ve kötülük konusunun, romanın
temeline ‘şefkat’ duygusunu yerleştiren Rus
edebiyatçılarını en çok uğraştıran temalardan olduğunu hatırlayalım: Rus Çarlığı’nda
kölelik kaldırıldığı zaman, aniden özgürleşen
kitlelerin taşkınlıklarını ‘kötülük’ olarak nitelemekten geri durmayan Dostoyevski ile ilerici
yazarlar arasında da aynı tartışma çıkmıştı.
Daha anlayışlı olan yazarlar bu aşırılıkları
kölelik yüzyıllarının yarattığı sosyal koşullara
bağlarken Dostoyevski, kötü insanın içten
gelen bir dürtüyle kötülük yaptığına inanıyor ve minik kızını cezalandırmak için elini
kaynar semaver suyuyla haşlayan bir anneyi
hiçbir sosyal koşulun aklayamayacağında ısrar
ediyordu.
Öte yandan savaş çılgınlığının yayıldığı
dönemde yerinden yurdundan olan ve çene
kanserinin yarattığı büyük acılar içinde ölümü
bekleyen Sigmund Freud, bir yandan da bilim
adamı olarak insandaki yıkıcılık teorisinin
doğrulanması tatminini yaşıyordu.
İLAHİ İYİLİK OLABİLİR Mİ?
Gelmiş geçmiş ve halen yaygın olan bütün dinlerin temel sorunsalı da iyilik ve
kötülük kavramlarıyla şekilleniyor. Kabaca
iyilerin ödüllendirileceği, kötülerin ise
cezalandırılacağı söylemi bütün dinlerde
var. Ama buradaki temel konu, neyin iyi
neyin kötü olduğu sorusudur. Buna kim karar
verecek? Tanrı mı, toplumun ahlak anlayışı mı,
mahkemeler mi, kral mı? Bunların tümü, bölgeye ve çağa göre değişiklik gösterdiğine göre,
kim, neye göre hareket edecek?
Bir kadın İslam ermişi bir elinde su dolu kovayla, öteki elinde bir meşaleyle yürüyormuş.
Nereye gittiğini soranlara “Bu su ile cehennemi söndüreceğim, meşale ile de cenneti
tutuşturacağım.” diyormuş: “İnsanlar iyilik ve
kötülüğü ödül ve ceza için yapmasınlar.”
Zaten doğada iyilik kavramı yoktur.
İnsan zihninin bir ürünü olan iyilik, kötülük,
merhamet, ahlak gibi kavramların doğada
bulunmaması ve bu kavramlarla ilişkilendirilen Tanrı düşüncesinin de ‘doğal’ olmayışı bizi
yine zihnimizle sınırlı bir kavramaya götürüyor. İnsan zihnindeki Tanrı; iyilik ve kötülük
konusunda yine bizim algımıza göre kararlar
vermektedir. Daha doğrusu, o tanrıların düzeni, Avesta’dan İbrahimi dinlere, Budizm’den
Hinduizm’e kadar hepsinin; bulunduğu bölgenin koşullarıyla, düşünce tarihiyle ve ahlak
anlayışıyla oluşmuş bir ödüller ve cezalar
zinciridir. Pek çok tanrı, insanın hayal bile edemeyeceği (belki de “ancak hayal edebildiği” demek
daha doğru) en korkutucu işkencelerle insanları cezalandırma meraklısıdır. Yangınlar, depremler, seller, günahkârların boğazına erimiş
kurşun akıtmalar, ellerin kolların kesilmesi
ama tekrar uzayarak sonsuza kadar acının yinelenmesi gibi birçok ceza tarif ederler. Soğuk
İskandinav memleketlerinde ortaya çıkan dinler yayılmış olsaydı, herhalde cehennem denen
yer buzlarla kaplı olurdu. Ortadoğu çöllerinde
ise insanın tahayyül edebileceği en büyük acı
sıcaktır, en büyük kötülük insanı yakmaktır.
Ama bunları dünya ölçeğinde ve bütün zamanlarda geçerli bir model olarak kabul etmek
olanaksızdır. Dinsel iktidarların cezalandırma
yöntemleri de zamana bağlı olarak değişir.
Örneğin, bugün bazı bölgelerde vahşi uygulamaların devam etmesine rağmen, engizisyon
ya da pogrom gibi birçok ‘dinsel’ metot terk
edilmiş durumdadır. Bütün güçlü direnişlerine karşın, zaman dinleri de değiştirir. Daha
doğrusu her devrin zihniyeti, dinin yeni bir
yorumunu yapar.
İyilik insan zihnine aittir dedik ama bu
durum bir eksiklik gibi görülmemeli; tam tersine kendinin bilincine varan tek varlık olduğu
için, insan seçimini ilk önce yaşama ve ölüme
karar vermekte yapar. Yaşatmak ya da öldürmek yollarından birini seçer. Oysa Afrika’daki
bir aslan için bir ceylanı yemek onun seçimi
değildir. Dünyadaki besin zinciri iyilik, kötülük, ahlak kavramlarıyla açıklanamaz.
Bugün, bir annesi ve bir yüzü olan, acı çeken
canlıları kesip onların bedenlerini yememek
için yapay et hücrelerinden laboratuvarda et
üretmeye uğraşılıyor. Mesela bu, dünya ölçeğinde çok büyük bir iyiliktir, iyiliği seçmektir.
İYİLİK YAPMA KANDIRMACASI
Aynı sözcükleri kullanırken farklı anlamlar
kastetme sorunu, galiba en çok toplumsal
konuların tartışılmasında ortaya çıkıyor. “Huzursuzluk” romanına bir alt söz olarak, “Merhamet zulmün merhemi olamaz.” yazmıştım.
Çünkü toplum halinde yaşamak, birilerinin
diğerlerine iyilik yapmalarına bağlı olmamalı;
yurttaşlık görevleri, bir arada yaşama kültürü,
adil toplanan ve şeffaf harcanan vergiler insanları merhamete ve iyiliğe muhtaç bırakmamalı.
Bunun önkoşulu da tek tek herkesi merhametli
kılmak gibi umarsız bir uğraş yerine, üretim ve
paylaşım etkinliklerinin düzgün biçimde yürütülmesi. Çağdaş ve sosyal bir örgütlenme için
devlet bütün sorumluluğu üstlenmelidir. Böyle
bir topluma ulaşabilirsek insanların birbirine
merhamet etme, iyilik yapma tavırlarına da
gerek kalmaz.
Lacan, aşkı tarif ederken “sahip olunmayan şeylerin adanmasından” söz eder. İyilik
de biraz böyle olmalı. Çünkü iyilik insanlar
arasında eşitsizliğe, üstünlük duygusuna ve
karşı koymalara yol açabilir.
Hz. Ali’ye gelip “Filanca adam senin aleyhinde konuşuyor.” demişler. Ali biraz düşünmüş ve “Hayret!” demiş “Oysa ona bir iyiliğim
de dokunmamıştı.” Bu anekdot, derin bir insan
gerçeğine dikkat çekiyor. Veren elin, alan elden
üstün olduğu inancına. Birçok durumda iyilik
bir üstünlük duygusuna, karşısındaki ezmeye,
yani bir agresyona dönüşmektedir.
Marx öncesi işçi sınıfı örgütlenmelerinde,
harekete bağışla katkı yapma sistemi yoktu.
Üye işçiler düzenli biçimde küçük bir miktar
ödemeyi görev bilmişlerdi ve bu aidat sistemi
her türlü manipülasyonu önlüyordu. Daha
sonra bu hareketlere büyük bağışlar yapılmaya
başlandı ve birçok yorumcunun görüşüne göre
hemen yozlaşma baş gösterdi.
Bir başka örnek de Kuzey Amerika ve Kanada’daki bazı yerli kabileler arasındaki potlaç
geleneğidir. Potlaç, birbirine düşman olan iki
kabilenin savaşmaması ama karşısındakinden
daha üstün hediyeler vererek rakibi ezmesi
anlamına gelen bir sözcük. Bir çeşit, ölümcül
bir cömertlik yarışı. Her kabile aldığı hediyeye
misliyle karşılık vermek suretiyle üstünlük
duygusunu yitirmemeye çalışıyor. Sonunda
verecek hiçbir şeyi kalmayan kabilelerin, kendi
köylerini ateşe vererek oradan göçtükleri bile
görülmüş.
KENDİLİĞİNDEN İYİ TAVIRLAR
Günümüzde herhangi konuda toplumu
gözlemek, insanların eğilimini anlamak için
uğraşırken sosyal medyayı yok saymak mümkün değil. Artık bir tür anket platformuna
dönüşmüş olan sosyal medya ortamlarındaki
binlerce mesajda insanların iyilik/kötülük
konusuna yaklaşımını izleyebiliyoruz. Özellikle son yıllarda toplumda artan şiddet eğilimi,
özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik akıl
dışı istismar olayları sosyal medyada çok yankı
buluyor. Büyük bir kesimin izlediği davalarda,
kadınlara ve çocuklara yönelik suçların cezasız kalmaması için adeta çırpınıyor. Çünkü
ne yazık ki bir ‘cezasızlık’ dönemi yaşanıyor
ve alternatif mekanizmalarla adalet arama
yollarını bulamayan insanlar sosyal medyada
sesini yükseltiyor.
Taraf olduğu yönde bir siyasi kaygı gütmeden
insana sadece insan, acı çeken hayvancıklara
sadece hayvan olduğu için üzüldüğü belli olan
ve acılı ailelerin yanında durarak adaletin tecelli
etmesini isteyen bir kitlenin varlığı açıkça görülüyor. Sayıları hiç de az olmayan bu insanlar,
ülkenin geldiği bu aşamada çok açık ve etkili bir
iyilik eylemine imza atıyorlar. Onlar sayesinde
birçok davanın üzeri kapatılamadı, birçok katil
hak ettiği cezalara çarptırıldı, unutturulmaya
çalışılan birçok vaka da gündemde tutulmaya
devam ediyor. Tüm kurumları kendine bağlamayı
başaran bir hükümeti bile etkileyen, zaman zaman onu denetleyen bir güç ortaya çıkabiliyor.
İşte benim gördüğüm ve tereddütsüz ‘iyilik
eylemi’ dediğim tavır budur. Bu katılımcıları
hiç kimse bu işe davet etmiyor, herhangi bir
çıkarları yok, tam tersine bazı riskler yükleniyorlar ama hayata ‘iyilik yapma, dayanışma ve
vicdan’ açısından bakarak, iyiliği seçiyorlar, bu
konudaki duruşlarını netleştiriyorlar.
Demek ki her şeye rağmen ‘iyilik’ konusunda umut var. Yüzbinlerce insanla bunu paylaşabiliyoruz, umudu canlı tutabiliyoruz. ‘İnsan’a
hâlâ güvenmemizi sağlayan bu insanlara
şükran duyuyorum.
Ne var ki, ortak amaç için ortak hareket etmek konusundaki handikaplar, kalıcı sonuçlar
elde etmemize olanak vermiyor.
Ayrıca, çeşitli ortamlarda insan; iyilik ne
güzel şeydir, şefkatli merhametli olmak ne
hoş bir duygudur diye başlıyor ama kavram
üzerinde biraz düşününce ‘ölümcül iyilik’
gibi ilk başta saçma gelebilecek bir noktaya
da ulaşabiliyor. Bu açıdan “İyi niyetli olması
kişinin verdiği zararları telafi eder mi?” sorusu
çok önemli.
Bizde hiçbir zaman yeteri kadar değer verilmediğini düşündüğüm “deneme” türü, edebiyatla felsefe arasında ilginç bir noktada durur. Yazarın toplumla ve bireyle ilgili gözlemlerini, tahminlerini, tezlerini, geçmişe ve geleceğe bakışını, eleştirilerini çarpıcı bir yazı türüyle ortaya koyması “deneme” türüne girer. Denemenin en önemli özelliklerinden birisi, son derece kişisel olması. Kişisel olmayan; düşünen, gözleyen, hisseden bir insanın […]
Devamını OkuŞimdi moda Atatürk’ü tartışmak! Türkiye’deki birçok aksaklığın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ü görmek ve resmi ideolojinin allayıp pullamalarına karşı çıkmak prim yapıyor. Tartışmaya bir diyeceğimiz yok. Her şey gibi Atatürk de tartışılmalı. Ne var ki bu tartışmalarda sap samana karıştırılıyor gibi geliyor bana. Mustafa Kemal adlı imparatorluk subayını ve Atatürk adını alan Cumhuriyet kurucusunu sevip sevmemek […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku