Kötülüğün felsefesi belki her zaman vardı ama insanların fırınlarda yakılıp üzerlerinde feci deneyler yapıldığı ortaya çıkınca, kötülük çiçekleri gibi kötülük felsefesi adeta karalıktan bitti. Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığından bahsederken aslında yüzyıllar boyunca yapılmış olan dini yorumları bir tarafa koyup hayatta hukuksuzluğun hüküm sürdüğü yerlerde kötülüğün sıradanlığından dem vurmuştu. Haklıydı da. Zira tüm kötülükleri bir grup […]
Kötülüğün felsefesi belki her zaman
vardı ama insanların fırınlarda yakılıp
üzerlerinde feci deneyler yapıldığı
ortaya çıkınca, kötülük çiçekleri gibi kötülük
felsefesi adeta karalıktan bitti. Hannah Arendt,
kötülüğün sıradanlığından bahsederken aslında
yüzyıllar boyunca yapılmış olan dini yorumları
bir tarafa koyup hayatta hukuksuzluğun hüküm
sürdüğü yerlerde kötülüğün sıradanlığından
dem vurmuştu. Haklıydı da. Zira tüm
kötülükleri bir grup günahkâra atfetmek ya
da toplumun içinden günah keçileri seçip
kendini rahatlatmak etrafımızı sis gibi saran
kötülüğü temizleyemezdi. “Eichmann Davası”
üzerinden yaptığı okuma, aslında çağımızın
okumasıdır. Nazi Almanya’sında planlı bir
şekilde gerçekleşmiş olan soykırımda yapılanları
sadece Nazilerin askerleri ve başlarındaki
kompleksli megalomana atfedince konunun
kapanmayacağı aşikârdı. Nitekim komşularını
ölüme gönderip üç maymunu oynayanlar, feci
gerçekleri öğrenince sessizliğe büründüler.
Ötekiler çarmıha gerilirken Roma’nın ateşinde
raks edenleri nasıl yargılardınız? Tüm bir
ulusu yeni bir rövanşa davetiye çıkarmadan
nasıl “cezalandırırdınız?”. Bu sualle her kadın
dövüldüğünde, her hayvan katledildiğinde,
her meçhul-mezarsız bir bekleyişle ruhumuza
işkence ettiğinde karşılaştık- gömdük,
gömüldük, sonrasında biz hortladık.
Yarım asır ve Hollywood menşeli yüzlerce
Nazi filminden sonra kötülerimizden
nefret edip katarsis yaşıyoruz. Oysa benzer
kötülükler dünyanın çeşitli coğrafyalarında
günbegün gerçekleşiyor. Kimimiz dünyanın
bir köşesinde olup biten fenalığı duyunca
bir kampanyaya imza atıp rahatlıyoruz,
kimimiz belki daha aktif bir rol oynayıp
bir süre sonra unutuyoruz. İnsan doğası.
İşkence görenler genellikle konuyu açmazlar.
Peki ya daha sıradan kötülükler? Birilerinin
haksızlığa uğradığını görüp ve bilip kafanı
diğer tarafa çevirmek sıradan kötülüğün
bir piyonu olmak demek değil midir? Elbet
hepimizin öncellikleri var: Çoluk çocuk,
anne baba, korunması gereken birileri vs.
vs. vb. savunmalar… Ateşin düştüğü yeri
yaktığı da aşikâr. Sonra bir gün celladın ipi
senin boynuna sarılınca, emir kulları seni
ya da sevdiğini tutup götürünce ne olacak?
Çoğumuzun aklına ilk olarak Alman rahip
Niemöller’in söyledikleri gelir burada.
Yanlış bilindiği için en doğru kabul edilen
versiyonunu not düşüyorum: “Naziler
komünistleri alırken sesimi çıkarmadım,
evet, ben bir komünist değildim. Sosyal
demokratları hapsettiklerinde sesimi
çıkarmadım, evet, bir sosyal demokrat
değildim. Sendikacıları almaya geldiklerinde
sustum, evet, ben bir sendikacı değildim… Sıra
Yahudilere ya da diğerlerine geldiğinde ise,
ben zaten toplama kampındaydım.” Ezcümle,
siz mahallenizde, şehrinizde, memleketinizde
gerçekleşen haksızlık ve hukuksuzlukların
farkında olup, öldürülen bir çocuk ya da
hayatı çalınan bir kişi hakkında parmağınızı
kıpırdatmadığınız gibi türlü gerekçelerle
gücünü kötüye kullananları aklıyorsanız, o
zaman üzgünüm, siz de sıradan bir kötüsünüz.
Bilmiyorduk demek çok kolaydır.
Yaftalamak gibi. Birileri masumiyetlerine
rağmen şeytanlaştırıldı mı, o çamur atıldı mı
temizlemek zordur zaten. Dolayısıyla günahın
keçileri çoğaldıkça gri bir isle kaplanırız. Halının
altına atılan her şey gibi orada çürümeye,
çürütmeye devam eder. Hayat ise kısadır.
Oradan oraya koştururken, haksız yere hapiste
çürüyen arkadaşlarınızın önce sesini, sonra
yüzünü unutursunuz mesela. Arada sırada içiniz
cız eder ama hayat akarken siz de fütursuzca
peşinden koşmaya devam edersiniz- kâğıt
kesiği gibi küçük ama keskindir suçluluk
duygusunun acısı-. Hareket etmeden telaffuz
edilen temennilerle bir yere kadar dindirirsiniz
ruhunuzun fırtınasını. Vicdanlıysanız, ilk
uykunuz gider. Korkusuzsanız, çok daha fazlası.
Burada kaybetmeyen yoktur. Dışarıda olanlar
içerdekilerden daha huzursuzdur.
Peki sıradan kötülüğün ve basının ilacı nedir
diye soracak olursanız size iyi bir haberim var.
Pandora’nın kavanozunda tek kalan şey umut
ise, adalet sonunda tecelli eder düşüncesiyle
bir tutam huzur buluruz belki. Bir de tarih
var ki, kimi devletlüler şanlı tarihlerini “evetadamlarına” veya vakanüvislerine ne kadar
yazdırırsa yazdırsın, sonunda gerçek tüm
çıplaklığıyla serilecektir sayfa sayfa, mektup
mektup, dize dize. Gerçeğin böyle güzel bir
huyu vardır, saklı kalamaz pek fazla. O yüzden
de hangi coğrafyada olursanız olun adalet
bazen geç de olsa günün sonunda yüzeye çıkar.
Tanrıçasının gözü bağlanmaya mahkûmdur- aksi
takdirde o ülke, ülke olmaktan çıkar, mafyanın
ve kullarının, türlü çetelerin ve çıplak kralların
mezesi olarak yıkılıp gider. Tıpkı Ozymandias gibi.
Modern Prometheuslar ise ateşi çalıp yolumuzu
aydınlatmaya devam eder; “Sol memenin
altındaki cevahir”i hatırlarsak… Korkunun
normal olduğunu ama yalnız olmadığımızı
hatırlarsak…. Sıradan kötülük iyiliğe karşı
kaybetmeye mahkûmdur, belki kısa vadede değil
ama büyük resimde öyle olur, eşyanın kanunu
budur. Böyle buyurmadı Pollyanna. Bunları tarihi
deruni bir şekilde okuyanlar görür.
Kadın meselesi, Cumhuriyet’imizin ilk gününden itibaren gazetelerde, meydanlarda ve siyasette büyük kavgaların ve polemiklerin nedeniydi. Kadınlar, hukuk nezdinde eşitlik, eğitim, miras, seçme hakkı talep ederlerken devleti temsil edenlerin çoğu bu hakları vermek bir tarafa, şeriatı geri getirmek için yasa tasarıları bile öneriyordu. Neyse ki Mustafa Kemal, Tunalı Hilmi, Recep Peker ve İsmet İnönü gibi vekiller […]
Devamını OkuCumhuriyet’imizin kurulduğu yıllar, dünyanın savaş sonrası kabuk değiştirdiği, Modernist akımların en güzide meyveleri verdiği, edebiyatın, müziğin, mimarinin, kısacası kültür tarihin köklerinin hantal, klasik saksısından çıkıp bambaşka ağaçlara dönüştüğü bir zamandı. Kanlı ve kansız devrimlerle, kadının yeri toplumda güçlenmeye başlamış, cephede yok olmuş birkaç kuşağın ekonomisini güden, fabrikalarda da, okullarda da çalışan ve eşitlik talep eden […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku