Ahmet Telli’nin nidası, yarım yüzyılı aşkın sürede işlenmiş ve artık Türkçeye yerleşmiş bir şiir nidasıdır.
Ahmet Telli’nin nidası, yarım yüzyılı
aşkın sürede işlenmiş ve artık Türkçeye
yerleşmiş bir şiir nidasıdır. Neye mi
benzer bu nida? Bir atın koşarken burkulan
ayağından, bir orman yanarken içerde
duyulandan, köyleri yakılan halkın bağrından,
tutukluk yapan silahın ahından, bir aşkın
arasına giren ayrılık yarasından, çürüyen suyun
kâbusundan, bakışa düşen kederden duyulana
ve daha birçok iç seslere benzer. Ve asıl, genç
ölülerin kalanlara bıraktığı ukdenin nidasıdır.
Yaşamın sarsıntılı anlarından doğmuş bir
nidadır. Sarsıntıların sert gücüne karşın ansızın
belirmiş bir çığlık ya da bir ah değildir; şairin
ruhunda yer edinmiş, kişiliğine uygun bir eda ile
özgün bir makam kazanmış, bunlarla dizelere
bürünmüş bir nida. Baştan kararlılıkla seçilmiş
bir yolun yürüyüş ritminden beslenir. Seçtiği
yoldan başka yollara gelgeç heveslenmemiş,
her sapakta, her engelde daha da derinleşmiş
bir şair benliğin yaratımıdır bu ses. Kendisiyle
başlayıp biten bir hudayinabit değildir ama. En
eskiden, kadim çağlardan bu yana akıp gelen
şiir ırmağının en çalkantılı zamanlarının birinde,
Türkçede oluşmuş özgün bir şiir sesidir bu nida.
Modern çağ denilen bu çağ, var olan her
şeye yaptığı gibi, her şeyi buharlaştırıp kaosa
dönüştürdüğü gibi, şiiri de dönüştürmektedir.
Bu modern kaosa doğmuş bir şairin Türkçede
arayıp bulacağı, kendine başlangıç sayacağı
birkaç isim vardır. Tevfik Fikret, Yahya Kemal,
Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet. Arada beliren
akımlar, Garip, İkinci Yeni vb gibi, şiire katkısı
zengin ama geçici deneyimlerdir. Her şair
öncelikle isimlerin gurbetinde bir süre yaşar
mutlaka. Bunlardan hangisini seçeceği, şair
adayının dünyaya bakışıyla yaşayacağı öznel bir
deneyimdir. Ahmet Telli, kendi sesini arayışın
gurbetinde yaşarken Nâzım’ın “hasret” burcuna
yazılmayı yeğlemiştir.
Nâzım Hikmet’in şiir yolu; yalnızca burada
değil, dünya şiiri içinde yirminci yüzyılda doğan
yeni bir yolun ilk örneklerindendir. Nâzım’dan
başlayarak bugüne doğru kalın bir çizgi çekersek
Ahmet Telli’ye ulaşırız. Nâzım’ın açtığı bu
okula, bu ekole, bu kanona sosyalist gerçekçilik
dendi, yasaklar yüzünden adı toplumcu
gerçekçilik oldu. Her ne denmiş olursa olsun,
bu şairlerin her biri 1848’de ilan edilen ütopyaya
bağlılıklarıyla bilinirler. Bu yolu seçen her şairin
edası birbirinden farklıdır ama varoluşları için
seçtikleri bakış açısı ortaktır; çünkü ütopyaları
ortaktır. Her bir şair kendi zamanının yükünü,
derdini, havasını, kokusunu taşır. Bu kanona
Hasan İzzettin Dinamo’dan Arif Damar’a, Enver
Gökçe’den Ahmed Arif’e, Gülten Akın’dan
Sennur Sezer’e, Kemal Özer’den Şükrü Erbaş’a
daha birçok şair katılmıştır. Aslında hiçbir
akım içindeki hiçbir şairi bütünüyle kuşatamaz.
Çünkü her şair için aslolan, “üslubu beyanaynıyla insan” olmaktır. Ve bu vazgeçilmez
nitelik her birinde biriciktir.
Nâzım için “19 yaşında doğmuş gibiydi”
der yakın arkadaşları; Telli ise romantik
dönemlerden kalmış gibidir. Zamanının her tür
zorbalığına isyan ederken, dilde zonklayan kalp
atışlarının ritmini bulmuş bir romantik. Şiirinde
beliren edası, tavrı ya da duruşu Puşkin’i,
Lermontov’u, Petöfi’yi, Neruda’yı andırır. Özenle
gözettiği epik-lirik bileşimiyle, klasik şarkı ve
türkü makamlarını modern şiirle buluşturan
zengin bir hava yaratanlardandır.
Telli’nin şiiri 1968’in isyancı ruhundan
beslenmiştir; arkadaşlığın, yoldaşlığın. Bu
yüzden, “ben” ile “sen” arasında olabildiğince
içten bir diyalog vardır. “Bakışın senin” der
örneğin. Ya da “gidersen bu kent yıkılır /
kuşlar da gider.” “Onlar”ı, yani zamanının
kahramanlarını anarken destanlaşır şiiri.
“Onlar” ya kayıp, ya katledilmiş, ya ayrılıklarla
burkulmuş yalnızlar; kimileriyse ya içerde
ya da uzaklardadır. “Ve derler ki onlar için/
kendilerinden başkasını/ele vermemişlerdir.”
Böylesi bir hüzün mevsiminde yaşayan
öznenin ruhsal dalgalanışı vardır şiirinde.
Bu hüzün şarkılardaki, türkülerdeki hasreti,
kederi, özlemi barındırır. Bir tartımı vardır
sözcüklerin her birinin, makamlar bileşimine
yaslanan notalarla bestelenmiş gibidir.
Uzak yoldan gelmiş bir ozanın söylendikçe
güzelleşen türkülerine benzer; bir savaştan,
bir felaketten, bir ayrılıktan çıkagelmiş ozanın
türkülerine. Anlattığı ise zamanının ancak
şiirle anlatılabilecek öyküsüdür aslında. “Acılar
yaşanıyordu yurdumda / peşpeşe yakılıyordu
kentler / Bense hep oralardaydım/daha/yangın
başlamadan önce.” Söz konusu hayat 1968
uyanışıyla başlayan ve bugün de devam eden
eşit ve özgür dünya kavgasıdır. Şair bu zamanın
etkin bir öznesi, bir eylemcisidir. Kimi zaman
kayıtçısı, kiminde ağıtçısı, kiminde destancısı
olarak kadim şairlerden kalan sorumluluğu
devralır. Homeros’tan Dadaloğlu’na, Alp Er
Tunga’dan Köroğlu’na, Nesimi’den Pir Sultan
Abdal’a, Nâzım’dan Ahmed Arif’e… İnsanın
isyan olduğu zamanların şiir geleneğidir bu.
Bu gelenekte her şair kendi ufkunun kendi
zamanının “destanını” yazar. Telli’nin gözleri,
eşitsiz, orantısız, hunharca kavgalar gördü. Bu
kavgalarda, Marx’ın komünarlar için söylediği
gibi, “göklere şahlanan kahramanlar”ı da gördü.
Arkadaşlarını idamdan kurtarmak için ölümü
göze alanları gördü. Onları var eden o derin
ukdeyi de üstlenebildi. Bu haliyle bir vefa şairidir
Ahmet Telli.
“Arkadaşlık günleriydi” diyecektir ona
sorabilsek. O diğerkâm kahramanları
unutmayanlar onu bu vefa duygusuyla da sevdi.
Okurunu aramadı, okuru onu arayıp buldu.
Bu okur-şair buluşmasının bir benzeri Şükrü
Erbaş’ın yaşadığıdır. Bu iki şairin ortak özelliği,
yalnızca toplumsal kavganın içinde oluşları
değil, o kavgada yaşanan kırılma, dağılma ve
keder anlarında sızlayan yaraya şiirsel bir sargı
yaratmalarındandır. Mücadele içindeki büyük
kitlenin bir tür tercümanı oluşlarıdır. Bu vefa
asla unutulmadı.
Ahmet Telli’ye kendi yolunu sormuş olsaydık,
büyük olasılıkla en başta seçtiği şu dizelerle
yanıtlayacaktı: “Acının tutanakçısıydım/
anlatıp durdum aşkları /ayrılıkları ve o destan/
yalnızlığını ömrümüzün.” Ahmet Telli nidası,
edası, vefası; bunlar birbirinden ayrılmaz
bir bütündür; bu bileşim unutulmaz bir şair
karakter yaratmıştır. Türkçenin yeni gururu.
Komet de göçtü. Seksen bir yıllık ömrünün ardında sayısız resim, birkaç kitap dolusu şiir bırakarak...
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku