Hiç yorulmuyorum çünkü asıl krallık benim, kendi hayatımın başkanı benim, söz-yetki-karar ve iktidarı ele geçirdim.
Mahallemin bir dayanışma grubu
var. Acil durumlar, önemli
bilgilendirmeler, tesisatçı, tamirci,
tadilat ihtiyaçları, fazla eşyalar, lazım eşyalar
orada paylaşılıyor.
Çok işlevli, pek gerekli. Benim evin az
ilerisinde apartmanların baktığı bir boşlukta
tarihi mezar taşlarının olduğu ufak alan var.
Kim nasıl becerdiyse oraya çuvallarca çöp ve
moloz atmış.
Yüksek duvardan görmemişim, birileri
evin camından alanın fotoğrafını çekip gruba
yolladı. Ağaçlarla kaplı, yeşil, çimenlik alan
perişan olmuş.
Herkes fikir veriyor: belediyeyi arayalım,
dilekçe dolduralım, sosyal medyaya yazalım.
Kadının biri “Günlerden pazar, taze kurabiyem
de var, bir koli naylon eldivenim de. İşi olmayan
bir saate oraya gelsin, iki dakikada hallediveririz
elbirliğiyle. Beklemeyelim şimdi kimseyi gelip
toplasın diye.”
Çekmeceleri düzenleyecektim, amaaan
dedim ortak alan daha göz önünde, gideyim
hem iki insan görmüş olurum. Kadının adı
Arzu’ymuş. Ellilerinde, çok renkli, dikkat çekici,
aşırı hoş bir kadın. Sanki çöp toplamaya değil
de kokteyle gelmiş gibi. Üzerinde rengârenk
ipek-saten görünümlü bir etek, kalın boğazlı bir
kazak, kırmızı uzun lastik çizmeler ve kapşonlu,
çiçekli, keçeden bir kaban.
Vardığımda kocaman termostan karton
bardakta çay ikram ediyordu herkese, kurabiye
de getirmiş koca bir kapaklı kapta. Az değil
8 kişiyiz. Bir saatte bitirdik temizlemeyi,
muhabbet ede ede.
İyi de geldi hepimize, iyi bir şey yapmak,
hızlıca akıldan çıkarıvermiş olmak, birbirimizle
yüz yüze de buluşmuş, kaynaşmış olmak.
Arzu ile sık sık karşılaşmaya başladık. Ya da
belki zaten karşılaşıyorduk da birbirimizi fark
eder, selamlaşır, ayaküstü sohbet eder olduk.
Sonra bir gün ayakta sohbet uzayınca çay
bahçesine çöküverdik.
Böyle böyle arkadaş olunuyor işte. Arzu ile
konuşurken dikkat etmek gerekiyor, çünkü
henüz olgunlaşmamış niyetinizi söylerseniz bir
anda kendinizi harekete geçmiş buluyorsunuz.
Akıldan geçen ağızdan kaçınca gerçek olması
an meselesi onunlayken.
“Çok renksiz yaşıyoruz, aslında hayat bu
kadar griyken evi neden gri boyadım ki ben?
Keşke bir duvara kocaman tropik yapraklar, dev
bir tukan kuşu çizseydim.” dedim bir gün laf
arasında, öylesine. Hemen ertesi gün baktım
kapıda, bir sürü yarım kalmış canlı renk boya
getirmiş. İnternetten resimlere baka baka önce
kurşun kalemle çizdik duvarı, sonra yeşilin
bir sürü tonuyla boyadık, Tukan’ın gagası
rengârenk. Yaptık bunu gerçekten. Ben o gün
aslında, birikmiş işlerimi toparlayacaktım.
Kapıda öyle görünce önce biraz bozuldum
planım şaştı diye ama bir şey diyemedim.
Başlaması bitmesi, kahve koyup seyrine
bakması dâhil 4 saat sürdü. Sonrasında duvar
resmimin önüne aldım masayı, orada tıkır tıkır
yaptım işlerimi. İçim ışıl ışıl oldu.
Bir gün iki saatte esnaftan topladığı bağışla
spotçudan aldığı parçaları marangoza götürüp
çalınan arabasının yerine yenisini yaptırdı,
seyyar saksı çiçekleri satan adam için. Millet
selpakçı, gülcü çocukları tersleyip “Bunlara
para vermemek gerek, zorla çalıştırıyorlar
çocukları” diye konuşurken Arzu hepsiyle
tek tek hızlıca ilgileniyor. Gerçekten ailesi
olup yoksulluktan bu hâlde olanlara derman
buluyor, iş, ev, sosyal yardım vesaire. Bir kere
gerçekten dilendirilene denk geldi, polise
gitti. Peşine basın ordusu taktığı için bir
haftada operasyon tamamlandı. Gazetede
kesin görmüşsünüzdür olayı ama Arzu’nun
adı yazmıyor tabii. Tanıştığımızdan beri
sayabildiğim kadarıyla böyle yedi çocuğu okula
yazdırmayı başardı. Uçan kiralar yüzünden
dokuz senelik kiracısını atmaya kalkan ve
rahatsız eden ev sahibinin fotoğrafından afiş
yapmış, direklere asmış. Kimin yaptığını herkes
tahmin ediyor ama ispatlayamıyor. Adam önce
kızmış, bir de buradan dava açmakla tehdit
etmiş ama mahallede yürüyemez olunca
vazgeçmiş hepsinden. Kiracı %25 zammı yaptı
oturuyor hâlâ. O da bildiğimiz, sevdiğimiz bir
komşumuz.
Ev yemekleri yapan lokanta batacak gibiydi.
Onların da menüsünü yeniledi, set menüler
oluşturdu. Yine bir gecede beş kişiyle girip
dekorunu da yenilediler. Bir duvar kara tahta
oldu, gelen not bırakabiliyor. Çiçekler, pötikare
masa örtüleri, duvarda sıra sıra mahallelinin
orada çekilmiş fotoğrafları derken mekânın
görüntüsü çok güzel oldu, o kasvetli hâli gitti.
Üç hafta üst üste gurmelerde söyleşi ayarladı
restoranda. Mekân aldı yürüdü, işleri gayet iyi
şimdi.
Bir gün aradım, bir şey danışacağım. Batum’a
gitmiş. “Ne işin var orada?” diyorum. “Yine
birilerine yurtdışına çıkış yasağı konmuş,
yarın bize de gelir, belli mi olur? Kimse de vize
vermiyor, kur el yakıyor ama ya bir daha hiç sınırdan çıkıp gezemezsem diye düşündüm,
atladım otobüse geldim. Çok güzel bu
Gürcülerin şarabı gerçekten.” diyor.
Arzu’nun hızına yetişmek ne mümkün,
aklından geçirdiğinin gerçeğe dönmesini en
fazla bir hafta bekleyebiliyor, onda da ancak
arada devlet prosedürü gibi işler varsa.
Bir kere de gece buluşmuştuk. Moralim
bozuk diye dışarı çıkardı beni, bir tek bir şey
ısmarlayayım dedi. Onunla aynı yaşlarda hoş
bir adam var, biz masadayız o barda. Arzu’dan
alamıyor gözlerini. Bakıyor, süzüyor.
Dayanamadım söyledim. “Arzucum
beyefendi seni iyi süzüyor, haberin olsun.”
Döndü baktı adama. “Yakışıklı adam, hâlâ
saçı olduğuna göre toplum ortalamasından
daha gamsıza benziyor. Sandalyede asılı
pardesünün cebinde kitap var. Genç bir yazarın
ilk kitabı, biliyorum ben de. Demek ki çok
okuyor, yeni yazarları takip edecek kadar.
Cahile benzemiyor. Dudakları çok aşağıya
sarkmamış demek ki gülmeyi
seviyor. Olur bununla. Beğendim
ben bunu.” dedi.
Kalktı gitti adamın
yanına, adamın yüzünden
şaşkınlığı, sonra hayranlığı,
sonra sevinci okudum.
Gülümseyerek yanıma
döndü.
“Tamam, yarın akşam
yemeğe çıkacağız.” dedi.
Ay Arzu bu nasıl bir özgüven
gerçekten? Adama uzaktan on
saniye bakıp analiz yaptı, o analizine
güvenip kalkıp tanımadığı adamla konuşmaya
gitti.
Biz aynı ülkede yaşamıyoruz sanki. Onun
içinden çıktığı toplumla benimki arasında
uçurum var gibi. Biz erkekten gelen selamı
almaya korkuyoruz, bu kadın üzerine üzerine
gidiyor tabuların, ezberlerin.
Dayanamadım sordum: böyle koştur koştur
yaşıyorsun, bu ne enerji Arzu, bu ne güç, bu ne
yılmazlık? Hiç mi yorulmuyorsun?
“Şu ömürde yeterince bekledim hayatım,
bekleme kotam doldu demek ki benim.
Okurken hep karın ağrısıyla sınavları bekledim,
sonuçlarını bekledim. İşe girerken mülakatta
dedikleri ‘Biz size döneriz.’ gerçek mi diye
telefon bekledim. İstediğim gibi giyinmek
için toplumun beni yargılamayacağı kiloya
düşmeyi bekledim. Gençlik gitti, göbeği açık
bluzum olmadı, bir dar pantolonum, kısa
eteğim olmadı gençliğimde. Giyebilecek
ortam olur sanıp aldığım giysiler etiketiyle
eridi gitti, güveler yedi. O ortamlar hiç olmadı.
Dans etmek için çift olabilmeyi, âşık olmayı
bekledim. Âşık olmak için hayalimde çizdiğim
resimdeki adamı bekledim, evlenmek içinse
o adamın çok iyi ve emek vermeyi bilen biri
olması kıstaslarını ekledim. Ne tutkuyla
sevebildim, ne aynı evde yaşayacak kadar
güvenebildim, ne de dans etmeyi öğrenebildim.
Bir ev alabilmek için yirmi sene para biriktirdim,
sonra ev fiyatlarının, kredi faizlerinin düşmesini
bekledim. Düşmedi. Çocukluğumdan beri
dönüş bileti alınmamış tatil hayalim vardı.
45 yaşımda kapı önüne koydular 13 yıllık
işyerimden. Birikmiş izinlerim iki ayı buluyordu,
hiç düzgün tatilim olmamıştı. Dedim bitti bu
bekleme işi, erteleme bitti. 45 yaşımda yeniden
başladım. Çeviri yaptım, başkalarının adına
kitaplar yazdım. Mimara parası yetmeyen
küçük işletmelere ucuz dekorlar yaptım, ikinci
el eşya yenileyip sattım, ikinci el giysi yenileyip
sattım, evdeki makineyle sipariş elbiseler
diktim, bohem battaniyeler ördüm sattım,
bilgisayarda basit bir program buldum, görsel
tasarım öğrendim, doğum günü partilerine
afişler, etiketler yaptım, kartpostal şirketine
fotoğraf ve tasarım sattım. Öyle eskiden
olduğu gibi e-postaya yanıt bekle, birilerinin
gecikmesinin kalp ağrısını yaşa, bitti. İpler
elimdeydi, çoğu zaman sabahlayarak yaptımbitirdim, ördüm-kaldırdım, diktim-teslim
ettim, yazdım-yolladım. O çevirilere, isimsiz
kitaplara dönüş bileti almadan
gittiğim şehirlerde tuttuğum
pansiyonlarda çalıştım.
Bu ülke beklemek
adına büyük bir sınav.
Sınavı geçince de elmasa
dönüşmüyor sabır taşı.
Beklediğinle kalıyorsun.
Paçandan çekiyor,
ayakların çamura batıyor,
ağırlaşıyor, omzuna
yük biniyor, beklemek
hantallaştırıyor. 45 sene iyilik
yapabilmek için bile önce kendimin
iyi olmasını bekledim. Bu ülke insana iyilik
sunmuyor.
Beklemekten vazgeçtim. Artık 55
yaşındayım, tüm ömrümü sadece son 10
yılda yaşamışım gibi geliyor. 20 senem daha
varsa, tamamım diyeceğim, alacak defterini
kapatmaya yaklaşırım bu ömürle.
Hayattan, ülkeden, devletten,
kurumlarından, insanlardan boş yere
beklediğim yılların hıncını alırcasına
hallediyorum her şeyi. Hiç yorulmuyorum
çünkü asıl krallık benim, kendi hayatımın
başkanı benim, söz-yetki-karar ve iktidarı
ele geçirdim. Bu benim hayatım. İyi ve hızlı
yaşamayı seçiyorum. “
O gece, bu tiratla aydınlandım. Dinlerken
fark ettim; o an bile, etkim dışında en az
otuz farklı değişkeni bekliyordum. Her şey
beklediğim gibi giderse ben de yaşadığımı
hissedebilecektim.
Neyse ki çok geç kalmamışım, daha 45
değilim. Arzulaşmak üzere kalktım o masadan.
Bu satırları, vizesiz bir ülkenin deniz gören
bir pastanesinden elli sente içtiğim kahve
eşliğinde yazıyorum.
Seyahat; hakkım, isteğim, ihtiyacım.
Karşılayabilmek için bin bir ekonomik
denklemin çözüleceği günleri bekleyemedim.
Bir daha ya pasaportum olamazsa dedim.
Otobüse atlayıverdim. Durumum da yoktu
ama doğalgaz ile elektriği ödemeyiverdim.
Eda, elindeki pusette on günlük bebeğiyle ailesinin evinin kapısını çaldı. Taksicinin valizleri bagajdan indirdiğini gören annesi derin bir nefes alıp içinde köpüren tüm soruları yuttu, bütün gücüyle yüz kaslarını kontrol etmeye çalışarak gülümsedi. Sessizce içeri aldı valizleri. “Aman da torunuma, hanimiş bu evin en küçük hanımı, hanimiş anneannesinin göz nuru…” diye sevmeye başladı. Dayanamayıp pusetten […]
Devamını OkuBiz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku