Günler daracık, güneşi sıcak sıcak bir kavanoza doldurup kapağını kapatmışlar.
Günler daracık, güneşi sıcak sıcak bir kavanoza doldurup kapağını
kapatmışlar. Buzdolabına koymuşlar lazım olunca kullanmak
üzere. Bugünlerden de anlaşılıyor ki gökyüzü emanet cimri birine.
Yine cömertlik bize kaldı. Savurganlık demiyoruz kibarlık niyetiyle.
Sözcükler kadar süslü çamlar. Kırmızı kaftanlarla kuşanmış heybetli
adamlar. Torbalarda “çın çın” eden kadehler, geyiklerin sırtında şaraplar.
Kayan bir yıldızın peşinde sürükleniyor hayat ağacına doğru. Yeşil ışıklarla
gecenin aşkı körükleniyor. Aralığın orta yerinde kılıcını savuruyor gündüz.
Gelecek yıl eşiğinden atlayamadan bir savaş başlatıyor.
Devriliyor günler. Gece çökmüş dizleri üzerine. Yenilginin hırsıyla büyük
bir fırtına koparıyor. O gün uzun uzun düşünüyor ve hiç olmadığı kadar
uyanık kalıyor. Ardından çekilme kararı alıyor. Hazır kavanozdakiler de
bitmişken günler uzatıyor misafirliği. Baştan aşağıya ihtişama sarıyorlar
geceyi. Bir zincir altın takıyorlar hayat ağacının boynuna. Altında uyuyorlar
devrilmeyen Akçam’ın. Yeni yıla dek sürüyor sarhoşluğu akşamın.
O gün, uğruna binlerce renkli kışla salıyorlar Ay’ın tepesinden. Koca
çamın dikenli kollarına giydiriyorlar. Özenle bağlanıyor dualardan
dileklerden. Yirmi Bir’i Aralık’ın. Soğuk marta dek tüttürse de bacaları,
gündüzlerin zaferi büyük. Kıyamet çığlıkları atıyor kar küresine sıkışmış
baykuşlar. Daha önümüzde ne uzun geceler ne soğuk kışlar var. Kızaklara
da dahi sığmaz yılları ömrün. Uzanır geceden evvel gökyüzüne kadar.
Kırmızı pullar dikilmiş binlerce hediyenin kutusuna. Neşeli bir uğultuya
çınlıyor çığlıklar. Bırakılan binlerce hediyenin içinde küçük bir kız çocuğu
var. Saklanmış iri olanların arasında. Kimse fark etmesin diye de kırmızı
boncuklar takmış saçına. Kollarını kendine sarmış. Geceyle gündüzün
savaşı gibi masalsı ancak savaş kadar korkunç bir hayat varmış dışarıda.
Geyikler gerçek değilmiş aslında. Hepsi ormanda ve uçmaktan bir
habermiş.
Kutlamalar devam ediyor. Günlerden Yirmi İki Aralık artık. Kimisi
sonsuz sabahları kimisi sıcak geceleri diliyor. Dualar bazen tüm insanlığa
bazen de tek bir insana gidiyor. Küçük kız kutuların arasından olanları
seyrediyor. Hiçbir yerden gelmiş. Orası biraz uzakta ama sıcak bir yermiş.
Kar ise yalnızca oynanmak için yağıyormuş.
Rüzgâr var. Mumların çoğu söndü. Gece yenildi, insanlığa dair birçok
güzellikle beraber. Hediyeler dağıldı çoktan. Geriye boş kartonlar kaldı
çöp kenarına atılan. Kız hâlâ orada. Kimse yok, karanlık çökmüş. Fakat
binlerce mum hâlâ yanıyor iri gözlerin merceğinde. Sokağın dört bir yanını
buz kesiyor hayatın gerçeğinde. Masallar bitiyor. Şimdi boş sokakta sabah
saatleri. Kıvılcımlar saçılıyor o renkli irislerden. Yanıyor hayalin sıcaklığıyla
kibritçi kız misali.
Bir gece ansızın yıkıldı anıların balkonu. Çöktü, çatırdadı ve un gibi dağıldı. Yüzlerce binlerce toz tanesi, yüzlerce hatıra ve yüzlerce yaz gecesi. İçinde uğultulu sohbetler vardı, kenarlarında çiçekler; bir iki tozlu sandalye, aşınmış küllükler. Hepsinde ayrı neşe hepsinde ayrı bir hüzün. İlk dileğimi tuttuğumda, ilk yıldızım kaydığında, bir kar fırtınasını ilk kez savrulmadan tuttuğumda oradaydım. […]
Devamını OkuYıldızların asaletini bozan şehrin ışıkları gibi patavatsız olmak, olduğum yeri bilmek ve özgürlüğe uzanmak. Bir ışık olmak dileğim. Işıklara tutunmak, ışıklara uzanmak. Yıldızların asaletini bozan şehrin ışıkları gibi, gökyüzünü kirletmek, gökyüzüne dokunmak. En çok da kışı kanatları altına alan uzun gecelerin ve kısa günlerin hatrına. Çünkü en çok bu dönemlerde, cam vitrinlere, duvar kenarlarına yerleştirilen […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku