Türkçe Sözlü…
Öyle Candan ki Nermin Abla!
“Sizin Kahramanınız Kim?” diye sorulunca bir
kitapta, hiç düşünmeden onu söyledim: Nermin
Candan dedim, mahalleden Nermin Abla. Sokak
onunla başlıyor, bizimle sürüyordu. “O eski bir
Cihangirliydi/şarkı söylemesi de iyiydi bana kalırsa”.
Nermin Abla, Ülkü Tamer’i şair olarak tanımasa
bile, çok ünlenmiş kimi türkülerin sözlerinin onun
kaleminden çıktığını bilmeden dinlemiştir. Cümleye
başlarken çok sevdiğim dizeleri düştü aklıma Ülkü
Tamer’in, “O eski bir güvercindi/uçması da iyiydi
bana kalırsa”. Nermin Abla’yı yabana mı atacaktım
yani, tuttum bu dizeleri ben de onun için söyledim.
Yabana atılacak kadın da değil yani! Yıllarca Cihangir parkında, sokaklarında, petshop ve veterinerlerinde kedigiller cemiyetinin destekçilerinden olarak
yakın mesai arkadaşlığı yaptık. Salgın öncesine dek
sürdü yakın işbirliğimiz. O süreçte biz Cihangir’den
ayrılınca, onu kedileriyle başbaşa bıraktık!
Nermin Candan 70’lerin ünlü seslerinden. En
bilinen şarkısı da Altın Plak kazandığı “Hayat mı
Bu?” Bu şarkının da yer aldığı 45’liğin ardından çok
ünlendi, yeni şarkılar yaptı, uzunçalarları çıktı. Balrengi gözleri ve bal demişken adeta bal damlayan
tatlı sesiyle de sevildi. O dönem Yunanca şarkılara
Türkçe söz yazmak modaydı. Nermin Candan da
söyledi, sonra folklor esintili şarkılara yöneldi.
Hatta Londra’da, Belçika ve Fransa’da konserler
verme olasılığı belirince, yabancı dil öğrenmeye
başladı. Zamanın ünlü ses ve sinema dergisi Ses’e
kapak oldu, pek çok haberi ve söyleşisi yayımlandı,
sayısız ünlüyü, Yılmaz Güney de bunlardan biri, peşinden koşturduğu magazin haberlerinde kayıtlıdır.
Şarkıları yeni kuşak şarkıcılar tarafından yeniden
söyleniyor. Elbette yalnızca “Hayat mı Bu?” değil,
o Yeşilçam şarkılarının da en ünlüleri arasında,
“Olmaz Olmaz Bu İş Olamaz”, “Çapkınım Hovardayım”, “Aşkımız Çıkmaz Sokak”, “Dert Ortağım”,
“Arabaya Taş Koydum” ile hem sinema hem müzik
dünyasına göz kırpmış Nermin Candan.
Cihangir’in ünlü Savoy Pastanesi’nde karşı
karşıya oturduğumuz bir akşamüstü, her gün
sokaklarda görüştüğümüz Nermin Abla’yı tanıyamadım. Bana fotoğraflar, plak kapakları, gazete
ve dergi kesikleri getirmişti yazı için. Hafif makyaj,
saçlar yapılmış, gençlik fotoğraflarından bu yana
çok da uzun zaman geçmemiş gibiydi. Yıllar içinde
kedi sevgimiz bizi yakın dostlar yaptığı için pek çok
şey anlattı yıldızının parladığı günlere dair. Hatta
“Hayat mı Bu?” şarkısını da usul usul söyledi.
Nasıl tanıştığımızı uzun uzun anlatmayacağım.
“Sizin Kahramanınız Kim?(NTV Yayınları)” kitabında uzun uzun yazdım, “Nermin Abla: Kedilerin
Florence Nightingale’i” başlıklı bu yazıyı genişleterek Azıcık Cihangir(Heyamola) kitabıma da aldım,
fotoğrafı da vardır kitapta. Kısacası Cihangir ve kedi
sebebiyle.
3 yıl oldu, 25 yıl oturduğumuz Cihangir’den
taşınalı. Şimdi zaman zaman uğradığımda karşılaşamasak da haberlerini alıyorum veteriner ve
petshoplardan. Hayatı kedilere bakmakla geçiyor,
gece gündüz her mevsim, elinde mama kapları, yiyecekler, su bidonları, Cihangir’den Beyoğlu’na kedi
canlara adamış kendini. Kendi şarkısının yanıtını
da vermiştir, belki de hayat budur. Kedi ve hayvan
düşmanlarına en ağır sövgüleri de Nermin Abla’dan
duyabilirsiniz, bence fazlasıyla da hak etmişlerdir
çünkü. Hem bal sesinle söylediğin şarkıların hem
de hak edenlere ettiğin baldan tatlı küfürler için
ağzına sağlık Nermin Abla! Sokak hayvanlarına,
kedilere gösterdiğin merhametin, şefkatinle de öyle
cansın! Kahramanım hiç değişmedi, hep sensin!
Kızımız Nar 2007’de doğduğunda küçük bir altın
nazarlık takmışlığı da vardır. Nermin Abla öyle
Candan’dır!
O ses: Nazan Öncel
İtirafım var. Zaman zaman, takside, açık
radyolarda, bir yerde beklerken, yaz geçerken ya
da yazdan geçerken, güz gözükmüşken duyduğum
kimi şarkıların hoşuma gittiğini ama kime ait
olduğunu pek de merak etmediğimi, sonra da
bu yazıyı yazmak için Nazan Öncel şarkılarını
dinlemeye başladığımda, o şarkıların Nazan Öncel
tarafından söylendiğini, kısacası o ses Nazan
Öncel’miş dediğimi beyan ve dahi itiraf ediyorum.
Açık Radyo’nun heyecanla dinlendiği, Roll dergisinin aylık olarak çıktığı, gözümüzü, gönlümüzü
ve kulağımızı doldurduğu, Türkçe Sözlü’de nerdeyse her gün alternatif bir ses ya da grubun çıktığı,
memleketin sorunlarının yüksek sesle konuşulmaya, mevcuda itiraz edilmeye başlandığı zamanlardı
90’lar. Güzleri, kışları Babylon’da, Cemal Reşit
Rey’de, yazları Açıkhava’da dünyanın müzisyeni, cazı, etnik müziği, Natacha Atlas’tan Manu
Chao’ya, Patti Smith’den Nick Cave’e, Leonard
Cohen’e, Rabouh Abu Halil’den Anouar Brahem’e
dünya gözüyle görüp, dünya kulağıyla dinlemenin,
bir anlamda “ölsem gam yemem gayrı”nın şenliğini
sürdüğümüz günlerdi.
O arada kaçırmış olmalıyım Nazan Öncel’in
çıkışını, tavrını, farklılığını, dikliğini ve dolaysızlığını. Ama tam olarak “müdanaasız” kavramının
karşılığı olduğuna dair bir hissiyatım ve dahi fikrim,
herhâlde okuduklarımdan, vardı. Cemal Süreya’nın
“Hayat kısa/kuşlar uçuyor”unu, bazen üniversitedeki şiir ve yazarlık derslerinde “Hayat kısa/kızlar
uçuyor”a tercüme ederdim. O günlerde demek ki
günler daha da kısaymış ve Nazan Öncel uçmuş!
İtiraf ve özür faslını uzattım. “Deli Kızın Türküsü”nü Sezen Aksu söylüyor ama “Sokak Kızı”
Nazan Öncel’dir. Şimdi biliyorsunuz başyücelik
devletimizin başı, “affedersiniz sürtük” tabir ediyor
ya, işte onlardan. “Sokak Kızı olalı 50 sene, sürtük
olalı bir gün oluyor, fahişelik mertebesine ne zaman
erişiriz?” deyip sormuşluğu da var. Yazıları da var,
açlık grevi yapan siyasal tutuklulardan Nuriye ile
Semih için de yazdı, vahşice katledilen genç kızlar,
kadınlar, trans bireyler için de. “İlk işi atlara su ver14
mek olan dedesi”yle de tanıştırdı bizi göç hikâyesini
anlatırken “Çocuk Kalbim”de.
“Gidelim Buralardan” şarkısını göç için yazmadı
ama her kırgının, sürülmüşün, kendine kovulmuşun
kendinden kovulmuşun dudağında külü uzayıp
giden bir cigaranın birazdan ağzını yakacağı bir
şarkı oldu o. Sesini de yakmış olmalı ki benim de
ilk duyup, sevip, hatta bir şiirimin son dizesi olarak
yürüttüğüm, ama kimin söylediğini bilmediğim
şarkı da oldu.
Oğluyla 1986’da geldiği İstanbul’da Kurtuluş’ta
bir ev bulur, birkaç kitabı vardır, şiir okur, “İki
Gözüm” Ahmet Kaya dinler ve “İstanbul Bizi Böyle
Karşıladı” der şiirinde. Karın en çok yağdığı, en soğuk kışlarındandır İstanbul’un, aylardan da Marttır.
“A Bu Hayat” yazısında ‘seviyorum, sevmiyorum’ dediklerine baktım, sonra da
şarkıyı dinledim. Nazan Öncel
bana bir yandan protest, öte
yandan ‘underground’, derken
ozan, bir anlamıyla rap, aynı
zamanda da bizim âşık
geleneğimizin bir parçası gibi
gelirken, Anadolu Rock’ın da
günümüzdeki sürdürücülerinden biri olarak da görürüm
onu. Bir yanında Neyzen Tevfik
bir yanında Ömer Hayyam, Âşık
İhsani’ye uzanan, Âşık Mahzuni’den
el alan, Cem Karaca’yı hiç unutmayan, Urfalı Babi gibi hem sanatsal hem de politik
anlamda özgürlüğü savunan, Ahmet Kaya’yı yere
göğe koyamayan… Belki başkaları da vardır onu etkileyen ya da sesinde ve şarkılarında duyduğumuz
ama ben bu kadarını biliyorum. Biraz da birkaç yıl
önce dinleyip hâlâ etkisinden kurtulamadığım rapçi
Şanışer’in 17 isimle birlikte söylediği o müthiş mesajlar içeren, poetik ve politik olarak da taze, diri,
yeni bir itiraz, isyan dili diye sevdiğim, 14 dakikalık
“Susmayacağım” destanının eksik parçası gibidir.
Çoğu eski şeyleri seviyor, yenileri o kadar değil,
hatta sevmiyor. Ama onu sevenler yalnızca eskiler
değil, daha çok da yeniler: “Geceler Kara Tren”,
“Aşık Değilim Olabilirim”, “Bu Havada Gidilmez”,
yine yıllarca ona ait olduğunu bilmeden dinlediğim
“Gitme Kal Bu Şehirde”. “Benim de yollarda aklım
var” dediği bir şarkısı da var. Benim de hep.
Sezen ve Tarkan’ın onda, onun da onlar da
emeği var, demişken, son yılların asude sözcüğüyle, Nazan Öncel de ‘kıymetli’lerimizdendir tıpkı
onlar gibi. İyi gazetecilerden, yazarlara, özellikle
kadınlar arasında ‘hatırlı’ bir yeri vardır. Bende
de hem müziği, sesi, duyarlılığı hem de kimi şarkı
sözlerindeki şair tavrı nedeniyle büyük yeri ve hatırı
var. Nazan Öncel madem bizim için “bende bir
resmi var, yüzüme bakmıyor” dizesini söylemeden
geçememiş, biz de hatırını saymadan geçemeyiz!
Ne güzel şarkıcımızdın
Özdemir Erdoğan
Lale Müldür’ün “Gençken renkli bir cepken sevgilim” dizesini ne kadar ansam az! Hem şahane bir
söyleyiş hem de aynı adlı şiirde “ve bok gibi genciz
genciz genciz” dizesi de vardır ki sanırım benim
bu yazıları yazmamın en önemli nedeni de budur.
1970’te başlayan yeniyetmeliğimin, gençliğimin
tam da 68 Kuşağı’nın çıkışına, isyanına, şiirleri
ve müziklerine rastgelmesindendir. O itiraz ve o
zamanlarda çıkan kitaplar, şarkılar unutulmaz!
Türkçe Sözlü Hafif Müzik yazıları bunlar ama,
başlangıcında Anadolu Rock dediğimiz o devrimci
çıkış var.
Anadolu Rock şiirde İkinci Yeni’ye karşılık gelir
bence. Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray,
Fikret Kızılok, Selda, Moğollar, Apaşlar, Kurtalan
Ekspres, Kardaşlar, vb… İkinci Yeni’nin şairlerinin
yanında aynı dönemde yazan başka güçlü, bağımsız şairler de vardır, Necatigil’den Attilâ İlhan’a,
Gülten Akın’dan Metin Eloğlu’na, Dağlarca’ya.
Anadolu Rock döneminde de öyle, onlar gibi çalıp
söylemeyen ama siyasal, toplumsal olmasa
da kişisel çıkışlarıyla Türkçe Sözlü’ye
öncülük etmiş, güzel yorumlar getirmiş şarkıcılar vardır, Özdemir
Erdoğan’dan Tanju Okan’a…
Özdemir Erdoğan için yazmaya başladığımda aklıma
Ahmet Tulgar geldi. Yakınlarda yitirdiğimiz, “Yoktur
gölgesi Türkiye’de” dizesiyle
anacağım, iyi edebiyatçı ve
portre yazarı, sevgili arkadaşımın Bakışın Ritmi kitabına baktım
evet, Erdoğan’ı yazmış mı diye?
Bulamadım. Şarkıcı Alpay’ı ne güzel
yazmıştı, keşke Özdemir Erdoğan’ı da yazsaydı,
Ahmet’in o hınzır, hınzırlık şefkat de içerir, diliyle
anımsardık şarkıcımızı, gülümser, ‘yaşlanıyoruz,
yaşlandıkça da bize bir hâller oluyor…’ derdik belki.
Ah Ahmet, daha yazacağın çok şey vardı bence!
Arif Damar’ın da “Gitme Kal” şiirini anmamak
olmaz, “ne çok severdik seni aklına getir” diyordu,
ki bunu hepimiz hâlâ buradayken söyleyebileceğim tek şarkıcı da Özdemir Erdoğan’dır. Örneğin
Zerrin Özer’in “O Yaz” şarkısına bayılırım, “Her Şey
Seninle Güzel” de çok güzeldir, yorumu da şahanedir, ablası Tülay Özer de tek şarkısıyla akıllardadır,
“İkimiz Bir Fidanız” tek fakat muhteşemdir. Fakat
Erdoğan öyle mi? O zaman zaman şiiri ‘hisli duygular” sanıp, efkârlı, hicranlı okuyanlar gibi söylese
de bazı şarkıları, yaptığı müzikle, şarkı sözleriyle
gönlümüzü ziyadesiyle doldurmuştur. Değil mi
Ankara? Gençliğim yanıt ver buna!
Sesindeki ağlamaklı duyguyu ya da boğazının
düğümlenmesi hissini abartarak söyledi bazı şarkılarını, “Keman Öğretmeni”ni örneğin. Bu tarzı şarkılarının hatırlanmasına engel olmadı yine de. Ona
bakınca bir “Keman Öğretmeni” gördüm mü bilmiyorum, ama İstanbullu, ‘ekalliyet’ten, beresiyle,
gözlüğüyle, keliyle ‘muhterem’ bir bey görüntüsü
verdi hep. Evet şarkı söylemekten, gitar çalmaktan
çok, klasik müzikle uğraşan, piyano çalan, akord
duygusu olan, müzik kadar edebiyatla da ilgili,
azıcık da ‘fransız’ kültürüne bulaşmış, Yahya Kemal’i Baudelairevari okuyan, kendince eski Fransız
şairlerinden küçük tercümeler yapan, kentin eski
hâlini özleyen, yeni kalabalığından, kabalığından
yine de uluorta yakınmayı edebe aykırı bulan, kalender, çelebimeşrep bir ‘geçmiş zaman efendisi’ne
benzetirim onu, Kayıp Zamanın izinde. En azından
gençliğimde ve o hemen hepsi birbirinden ünlü,
güzel mi güzel şarkılarını, İspanyol gitarıyla yarenlik
edercesine ve kendinden geçercesine söylerkenki
hislerim böyledir. Yani televizyon yalnızca TRT’yken,
‘sahibinin sesi’ değilken, elbette siyahbeyazken…
Her şey ne kadar da renkliymiş meğer!
“İkinci Bahar”ı ılıman bir dille, mutedil biçimde,
huşu içinde söylermiş gibiydi, şarkı da buna çok
uygundu üstelik, ne var ki sesinde huzurunu kendi
bozacak gibi bir kıpırdanış, bir huysuzluk da hissediliyordu. Sanki birazdan baharın da, ikincinin de…
deyip kalkacak, şarkısından çıkacak gibiydi. Belki de
kendisinden beklediği şarkı bu değildi, olabilir, şiirde
de benzer durumlar yaşanmıştır, yaşanıyor. Başka
türlü, derin şiirler yazacakmış duygusunu kuvvetle
uyandıran bir şairin neredeyse şarkısözü gibi şiir
yazdığına da tanık olunuyor.
En çok sevilen şarkısı oldu belki “İkinci Bahar”,
yaşı tutan da sevdi tutmayan da. “Bana ellerini ver”
dedi, bahar sesine iyi geliyordu belli ki, klasikle de
hemhâl oluyordu hem, “Baharda kuşlar gibi” deyip
sevgi çemberini büyütüyordu, “Seni ilk gördüğümde” bu şarkıların yanında “chanson” gibi kalıyordu,
böylece onu sevenlerin küçük bir bölümünün
gönlüne de bu şarkıyla giriyordu, “Kimbilir bir
akşamüstü” şarkısı da öyle, sanki bir 45’liğin A ve
B yüzü gibiydi iki şarkı, fakat sanırım gençliğimiz,
yani ben ve yakın arkadaşlarım Ömer Ateş ile Erkut,
en çok “Aç kapıyı gir içeri” derken bayılıyorduk
Özdemir Erdoğan’a, “Sevdim seni bir kere” derken
de. “Paranın ne önemi var” derken, sanki muhayyel
bir Orhan Veli şiirini gülümseyerek seslendiriyordu,
“Yak bir sigara”yla bir şarkı daha tellendiriyorduk,
gençtik, duman oluyorduk, sonra “Canım senle
olmak istiyor”du, “Herkes kendine benzer”i nasıl
unuturduk, en çok kendimize kızıyorduk, çünkü
‘doğanın kanunu’ydu bu, gönüllerin de ‘değirmen
bendi’ne benzediğini o şarkıdan öğreniyorduk,
Ankara gençliğimizdi, “Ankara’nın taşına bak”mayı
seviyorduk, “gözlerimin yaşına bak” demeyi de ta o
günden, meğer gözyaşları da yetmeyecekmiş!
Ne iyi şarkıcımızdın sen Özdemir Erdoğan.
Az bile söyledim senin söyleyip bizim sevdiğimiz
şarkılarını, daha sanat müziği var, popüler şarkılar
var. Onurlandırılmak herkesin hakkı, ama sen hep
sevilmiş, dinlenmiş, ödülünü almıştın ve almayı da
sürdürüyordun zaten. Muhalif değildin ama erkin
ödülüne de gereksinimin yoktu. Bir de Zeki Müren’e
bunu yapmayacaktın, sesini, söyleyişini, tarzını
eleştirseydin tamamdı ama, belden aşağı vurmak…
O yukardan beri çizdiğim ya da yakıştırdığım profilin var ya, onun camına taş gelmiş gibi oldu, kırılmadı belki çatladı ama arkadaşlığa da sığmadı yani!
Gençken toyluğa verilir de, onca ömür sürmüş, hele
sen gibi nerdeyse her şarkısı bahtiyarlıkla dinlenmiş
iyi bir müzisyene bu durumda herhâlde ‘yalnızca
şarkı söyleseydin keşke!’ denir.
Neyse şöyle bağlayalım. Gönlüm kırgın ayrılmak
istemiyorum. Gençlik başka bir mevsimdir. Özeldir.
Başka yaşlara, dönemlere benzemez, ‘Gençlik Çağı’
denilmiştir ki, bir daha ele geçmez. Ne yazık ki sonrası hep yaşlılıktır, az yaşlılık, orta, çok yaşlılık. Ama
gençliğin hatırı her şeyden, hepsinden, yaşlılıktan
fazladır, belki de 40 yıl hatırı olan acıkahve de odur.
“Sen hep beni mazimdeki hâlimle tanırsın” diyor ya
şarkıda, ben de seni hep gençlikle hatırlıyorum ve
Lale’nin dizesiyle.
“Böyle ikrar ile böyle yol ile/ vefasız yar bana lazım değilsin...” diye Türkçe çalıp Türkçe söylemeye başladı.
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku