Kubilay ERDELİKARA
Tüm Yazıları
Sanat Neden Gerekli?
Ana Sayfa Tüm Yazılar Sanat Neden Gerekli?

Sanat neden gerekli? Uygarlık yolculuğumuzda sanat kadar odakta kalan başka bir olgu yoktur.

Melih Cevdet Anday’ın “Açıklığa Doğru”
kitabında “Sanat Neden Gerekli?”
bölümü şu sözlerle başlar;
“Sanatın vazgeçilmez olduğu tartışıladurur;
çünkü dünyada güzel sanatlardan en az biri ile
bile ilgili olmayan yığınlarla insan bulunduğu
söylenebilir.”1
O hâlde neden sanat yapıyoruz ya da başka
bir deyişle neden sanat için çabalıyoruz?
Elbette ki sanatın toplumda karşılığının tam
anlamıyla yerini bulamaması salt toplumun
suçu olarak düşünülmemelidir. Ekonomik
nedenler başta olmak üzere sanatın topluma
indirgenememe süreci ya da sorumluluğu daha
çok sanat üreticilerinin, sanat yöneticilerinin,
üretilen ya da üretilemeyen sanat politikalarının
da gündeminde olmalıdır.
Sanatın (sanat düşüncesinin) esas karmaşası;
üstüne koyamamak, kendisini yenileyememek
ve hatta zaman zaman geriye doğru eğiliminden
doğan sorunlarla boğuşmaktır. Bugün dünyaya
gelen bir bebek “0” yaşında doğmamıştır. Belki
15000 yıl önce Altamira, Lascaux mağaralarında
çizimlerin yapıldığı günün, belki yazının Sümerler tarafından 5500 yıl önce bulunduğu tarihin,
belki de M.Ö. 8. Yüzyıl’da felsefenin (logos
dönemi başlangıcı)inşasının, yani 2800 yıl öncesinin bebeğin yaşına denk geldiği ifade edilebilir.
Uygarlık kazanımları (buluş, düşünce, sistem
vs.) birey olarak hepimize hazır sunulmaktadır.
İnsanlık tarih boyunca her alanda kendini geliştirdiği gibi elbette sanatta da yol almış ve fakat
siyasi, dini, ekonomik, askeri nedenlerle ilk
olarak sanata ket vurulduğu gözlemlenmiştir.
Sanatın tanımına baktığımızda en basit
şekliyle insan yaratıcılığının, becerisinin ve hayal
gücünün ifadesi veya uygulanması gibi basit bir
tanım sunabiliriz. Fakat bu tanım bize neyin sanat olup olamayacağı konusunda tam anlamıyla
fikir vermez. Bazı kuramcılar tarafından sanat
bir “içtepi” olarak değerlendirilir. Yani “yemek
yemek, su içmek, seks yapmak ne ise sanatta
bunun gibi içgüdüsel bir eylemdir.” kalıbına
sokarlar. Melih Cevdet onlara şu şekilde cevap
verir:
“Sanat içtepisini benimsediğimiz anda,
artık başka nedenler aramak gereksiz olacaktır. Doğayı taklit etmek bir içtepi olabilir, ama
sanat bununla yetinemez, oluşamaz. Sanat ile
uğraşanlar onda hep toplumsal yanı görmüşler,
ondaki toplumsal içeriğe önem vermişlerdir.”2
“Estetik haz” ve “saltık sanat istenci” teorilerine de karşı çıkar:
“Din, felsefe, bilim için gerekli görülmeyen bu
tür bir nedenlemenin sanata yakıştırılmasından
ne elde edilmek istendiği anlaşılamaz.”3
Peki sanat denen olgu ne zaman doğdu?
“Sanat, dil gibi başlangıcı aranmayacak bir
sürekliliktir.“4
Melih Cevdet’in de burada ifade ettiği gibi aslında sanatın bir başı ya da sonu yoktur. Elbette
ki kazı çalışmaları sonucu çok eski dönemlere
ait bulunan sanat eserleri, sanat eserlerinin var
olduğunu kanıtlayan başka bulgular ve bulgular
neticesinde tüm yaşam tarzı ve medeniyet üzerine birçok bilgiler bize ulaşmıştır. Yoğunlaştığı,
geliştiği, biçimlendiği dönemler olmuştur ve
bundan sonra da olacaktır.
“Sanatın başlangıcını aramak boşunadır;
çünkü herkes eski insanların, bugün “kültür”
adı altında topladığımız ürünleri incelemek,
insanın kendini var ettiğinden beri sanatın var
olduğunu gösteriyor”5
Tarih bilimi M.Ö. 3500 yılında Sümerlerin
yazıyı bulmasıyla başlamaktadır. Çünkü somut
ve rasyonel değerlere ihtiyacı vardır tarihin.
Fakat sanat öyle değildir; sanat çok daha soyut
bir kavramdır;
“Eski Yunan’da Apollon yonutu, soyut
Apollon’un somutlamasıdır, Apollon değildir.
Bu bakımdan eski Yunanlılar, Apollon’a değil,
sanata tapıyorlardı.”6
Eski zamanlarda sanat ve din ilişkisi kaçınılmazdı. Sanatın neredeyse var olan tüm biçimleri
dini törenlerde, bayramlarda kullanılırdı. Bunların tamamını da sanat çatısı altında değerlendirmek doğru olmamakla birlikte karşılıklı bir
tepkime doğduğu da inkâr edilemezdi.
“Sanat olmasaydı, dinsel töreni bilmeyecektik; dinsel tören, sanatın onu kullanmasından
sonra varlık kazanmıştır, yoksa ondan çıkmamıştır. İnsanın varoluşunu algılamasına, din,
felsefe, bilim değil, yalnızca sanat neden olmuştur. Mağara resimleri bunun kanıtıdır. İnsanın
en büyük gereksemesi olan “yaşamın bilincine
varması”nı sanat sağlamıştır.”7
Kimin üretimine sanat diyebiliriz?
Günümüze geldiğimizde insanlık; küresel ısınma, savaşlar, salgınlar, yalnızlaşma,
ekonomik etkenler gibi bir dolu meseleyle
boğuşmaktadır. Örnekler verdiğim, açılımlarla desteklediğim, başucu kitabı olarak her
an yanımda tuttuğum Melih Cevdet Anday’ın
“Açıklığa Doğru” kitabının yazımının üstünden
40 yıl geçmiş olsa da dünyamız küresel anlamda
gelişmiş fakat bu eser güncelliğini yitirmemiştir.
Aslında özetle sorunlarımız değişmiş, kalıplarımız aynı kalmıştır. Tuhaf bir döngü içerisinde
sıkışmış olduğumuz, etkeni her ne olursa olsun
sanat adına çok da fazla mesafe alamadığımız
aşikârdır.
“Çevremize bakalım; işi ile evi arasında gidip
gelen, boş vakitlerinde ancak radyo dinleyen,
televizyon seyreden ya da arada bir sinemaya
giden insanların, özellikle orta sınıftan insanların çoğunlukta olduklarını görürüz. Burada,
belki haklı olarak, onların sanat gereksemelerini
radyo, televizyon, sinema ile giderdikleri söylenebilir. Fakat yine biliyoruz ki, radyolar, televizyonlar, sanat olmaktan çok, oyalayıcı, hatta
uyutucu, uyuşturucu olmağa önem vermektedirler. Bu iletişim araçlarına, iyi kullanıldıklarında yararlı olabilecekleri umudu ile bel bağlamak
ise, şimdilik boşunadır. Bir bilginin söylediği
gibi, bu araçlar kendi başlarına “mesage” olma
niteliğini taşımaktadır. Kaldı ki, bunlar, çoğu
ülkede, tüketim ekonomisinin koşullandırıcı
güçleridir ve bundan ötürü de sanatın çıkar dışı
niteliğine uzaktır.”8
Belki de günümüzün en majör problemine
değinmiştir yazar bu söyleminde. Evet, tam anlamıyla yaşadığımız sorun; dâhil olduğumuz kapitalist düzen içerisinde “kâr edilmeyen” sanata
yer olmadığıydı. Daha da kötüsü bahsedilen bu
ortalama halkın karşısına sanat diye sunulanın
“popülarite” ile enjekte edilmesiydi bir nevi.
Bu durum yalnızca medya patronlarının,
sermaye sahiplerinin mi suçudur? Tabi ki hayır.
Melih Cevdet Anday sanat yapanları üçe ayırır:
Halk için sanat yapanlar, seçkinler için sanat
yapanlar ve kendi için sanat yapanlar! Fakat
yine de samimi bir sanat anlayışı barındırmayan
kişilerin gerçek sanata zarar veremeyeceklerini
de şu sözlerle ifade eder:
“Kimilerinin para, ün elde etmek için yalancı
sanat yapmaları, onların bile sanatın vazgeçilmezliğine inandıklarını gösterir. Sonra bu gibi
ürünlere bakarak, sanatın gereksizliği tanıtlanmak istenirse, karanlık geceden ötürü yıldızları
yadsımaya benzer bu, aydınlık bir gece beklenir
o zaman. Sanatın aydınlık geceleri ise, karanlık gecelerinden çoktur.” 9
Adını sanat olarak ifade edemeyeceğimiz
art niyeti olmayan bazı çalışmalara da rastlarız çoğu zaman. Bazı amatör çalışmalar ya da
folklorik bir yaratıcılık hâline dönüşmüş, nedeni
ve niçini bulunmayan, sorgulamayan, soyutlamayan bu emekler elbette çok değerlidir. Ancak
sanatta en azından sanatçının çıkarımı olan bir
alt metine ihtiyacımız vardır. Burada kastedilen
asla ve asla bir gereksizlik durumu değildir, bu
uğraşların gerçek sanat için çok kıymetli olduğunu tekrar vurgulamak çok önemlidir. Öyle
amatör çalışmalar vardır ki; nice profesyonel
yaratımların önüne geçer. Fakat yine de düşünce
boyutuna geçememiş üretimlerin bu şekilde
değerlendirilmesi şarttır.
“Örneğin, ördüğü çoraba nakış koyan bir
kadına bunun nedenini sormaya kalksak, “Ne
bileyim, adet öyledir” diyecektir. Böyle bir yanıt
ise, sanat yaratıcılığının nedeni sorununda bizi
çıkmaza sokar.”10
Sanat nasıl gelişir?
Sanatın başlangıcının ve sonunun olmadığını,
ancak insan var olduğundan bu yana farklı kavramlar, kuramlar, biçimler, değişimler yaşadığını
bilmekteyiz. Bu uzun yolculuğunda sanat adına
gelişim her daim yaşanmıştır, yaşanacaktır.
“İyonyalı düşünürlerden yüzyıl sonra gelen
Sokrates için söylenmiş “Felsefeyi göklerden
yeryüzüne indirdi” sözü ise bizim bir şekilde
işimize yarayacaktır. Felsefenin göklerden
yeryüzüne inmesi, onun insanı konu edinmesi
demektir. Nitekim Sokrates, insanın, kendine
ve çevresine karşı doğrulukla davranması için
ne yapması, hangi ilkelere uyması gerektiğini,
usun nitelik ve değerini araştırmaya başlamakla, felsefe insanı konu edinmiş oluyordu.
Nitekim bu çığır, doğru davranma sorunundan,
mutluluğun ne olduğu, nerde aranması gerektiği sorununa doğru gelişmiştir. Demek, evrenin
araştırılmasından, insan yaşamının araştırılmasına geçilmekle, düşünce büyük bir değişikliğe
uğramıştır.”11
Bugün artan nüfus ve kentlerin mega olarak
adlandırılmaları düşünüldüğünde, icra edilen
sanat faaliyetlerinin hem nicelik, hem de nitelik
bakımdan takibi zorlaşmıştır. Artık devlet yolu
ile total sanat organizasyonunun desteklenmesi
ve bizzat içerisinde bulunulması elzemdir. Bu
yapı içerisinde sanatı anlatan, sanat adına üreticisine ve alıcısına yardımcı olan kişiler, kurumlar
oluşmuştur. Örnek vermek gerekirse oyunculuk
ustadan çırağa geçen bir dal iken, tamamı alaylıyken bugünlerde eğitim verilen birçok konservatuar, kurs ve atölye vardır. Kaliteleri her ne
kadar sorgulansa da devlet eliyle kontrol edilen
ve müfredatı belirlenen bu kuruluşların varlığı
son derece önemlidir.
“ Bugün sanattan anlamak bir eğitim konusu
olmuştur; anlamayı bir yana bıraksak da, sadece
tat almayı, hoşlanmayı ele alsak bile, durum değişmez; sanatçı ile alıcı arasına, sanat uzmanları
gibi, öğretmen ve devlet gibi kişiler ve kurumlar
girmiştir.”12
Zaman içerisinde, belki yine nüfusun çoğalmasına bağlı olarak, sanat bilicilerinin sayısı
arttıkça beğenmeme, aşağıda görme, desteklememe gibi duygusal tepkimelerin de fazlasıyla
yaşandığı gözlemlenmektedir. Bu konu üzerine
Melih Cevdet güzel bir örnek sunmaktadır:
“Sözgelişi Moliere’i, Racine küçümsedi de,
halk alkışladı. Bu durumu açıklamak için ayrıca
küçük bir oyun yazan Moliere, bunun nedenini,
aydın bilgiçliğinin düpedüz görmeyi, anlamayı,
önleyici niteliğinde bulur; yozlaşmış, kalıplaşmış bilginin bir sanat yapıtına açık gönülle
bakmayı önlediğini söyler.” 13
Sanatçı üretiminde her zaman özgür olmalıdır. Bir heykeltıraş eserinde soyut bir anlam
saklayabilir. Saklayabilir çünkü bu onun eseridir
ve buna hakkı vardır. Bu eserde ne anlatıldığına
dair çıkarımlar, alıcısına göre değişmektedir.
Soyut düşünce de tam olarak buna gebedir.
“Gerçekte, sanatın anlamı konusu, sanatın
vazgeçilmezliği anlamında, genel niteliktedir. Bu nitelik ise, sanatın anlamının,
anlaşılagelen “anlam” kavramından çok başka olduğu gerçeğini
öne çıkarır. Nitekim doğayı
tanımaya yönelik bilim bile,
onun anlamını anlama konusu ile ilgilenmemektedir.
Çehov’un ( Üç Kız Kardeş
oyunundaki ) sözü, bunu
vurucu biçimde duyurur:
“işte kar yağıyor, nedir bunun
anlamı?” Bir resmin anlamını
çözemeyip, “Bu nedir?” diye
soran birine, Picasso’nun “Resim”
yanıtını vermesi de, benzeri mantıkla
değerlendirilmelidir.”14
Sanatçı-alıcı ilişkisinde yaşanmakta olan
anlamama, anlayamama hususu sonucunda
kopmalar, sapmalar, isteksizlik ve yabancılaşma sorunları beraberinde gelir. Gelişme
sürecine alıcının ayak uyduramaması, içinde
bulunduğu sosyoekonomik tablodaki uçurum,
alışılmışlıklar, uğraşı zorluğu, entelektüel birikim noksanlığı, hor görme, bencillik, en iyisini
ben yaparım anlayışı yeni, cesaret isteyen işlerin
otokontrolüne ve değersiz bulunmasına neden
olmaktadır. Oysa sanat gelişimi unutulmamalıdır ki, yalnızca tüm bu olumsuzlara göğüs
gerenler tarafından gerçekleşecektir.
“Doğa öğretimi ise bugünkü aklımızı öyle
biçimlendirmiştir ki, biz bu akılla, sanatçının yaratısını kavramakta güçsüz kalıyoruz. Kafka’yı,
Faulkner’ı okumak güç geldi herkese. Başlangıçta Çehov’un oyunlarından kimse bir şey anlamadı. Kübizmin mimarlıktaki ürünleri ne denli
yadırganmıştı! Ama zaman geçtikçe modern
anlayışlara alışıldı, evlere yenilik girdi.”15
Sanat neden gerekli?
Uygarlık yolculuğumuzda sanat kadar
odakta kalan başka bir olgu yoktur. Tarih sanat
eserlerinden yola çıkarak bizleri aydınlatır.
Bilime sanat yolu ile ulaşılagelmiştir. Demokrasi
üzerinde tragedyaların etkisinin olmadığını kim
söyleyebilir? Bugünün toplumsal sorunlarını
sanattan daha iyi ne yansıtabilir? Yeryüzündeki estetiği sanattan başka nerede bulabiliriz?
Sanat her zaman gerekli olmuştur ve olmaya
devam edecektir.
“Toplumun, insanın ve doğanın anlamlarındaki şaşırtıcı değişiklikler, insanın alışılagelen
yerini, inanış ve kanılarını temelden sarsmıştır;
öyle ki onun toplumbilim, tinbilim, fizik karşısındaki birey olarak değerini yeniden saptamak
işi, her zamankinden çok sanata düşmektedir.
Sanat hiçbir zaman bugünkü kadar gerekli
olmamıştır.”16
Sanat hiçbir zaman bu kadar gerekli olmamıştır! Evet, bugüne baktığımızda bunu
söylemek çok daha gerekli sanırım. Sanatın
gücü tartışılmaz derecede kuvvetlidir. Sanatçı
toplum için doğru olanın peşinde olmalıdır,
doğru bildiğini yapmalıdır. Fakat her ne olursa
olsun başlarda bahsettiğimiz gibi, bir değer unsurunu para, ün, (şan, şöhret), itibar odaklı ya
da herhangi popülerliği, yüksek sanat gibi, bu
uğurda alıcıya sunmamalıdır. Sömürü ne maksatla yapılırsa yapılsın, sanat bilinci içerisinde
yeri yoktur. Sanatın açtığı bu kapı en dürüst
biçimiyle kullanılmalıdır.
“Çünkü toplumsal baskının ya da haksızlığın
bireyde yansımasını en iyi gören sanatçıdır. Bu
yansıma, bireyin kendine yabancılaşmasında
doruğa erer; sanatçı ise bireyde somutlanan bu
olayın özgül oluşumlarına bağlanarak, toplumsal olanı bireyselde ortaya çıkarır, böylece
de, alıcının kendisini yaratmasına yol
açar.”17
Özgür sanat düşüncesini; düşüncenin oluşumu, üretim aşaması, alıcıya sunulması olarak
birbirinden ayıracak olursak
her aşamasında sansüre
ya da otosansüre uğrama
gerçeği bulunmaktadır. Tüm
sanat tarihi boyunca baskıya
uğramış, belli cezalar almış,
hatta öldürülmüş binlerce
sanat insanı bulunmaktadır.
İktidar sahipleri sıklıkla bu yollara
başvurmuş, yine de sanat her dönemde, her coğrafyada, herkes üzerinde etkisini asla
yitirmemiştir.
“Egemen sınıfların bireyleri, kendi ben’lerinden başka ben’ler de bulunması ( ve sanat
aracılığı ile ortaya çıkması ) olasılığından ürkmüşlerdir. Sömürücülerin en istemedikleri şey
“başkasının beni”dir. Çünkü insanlar arasındaki eşitlik demektir bu. Bilinçli ya da bilinçsiz,
sanatçı bu eşitlikten ötürü var ve vazgeçilmezdir.”18
Bugün eğer uygar bir toplum olarak hayatımızı idame ettirebiliyorsak medeni yaşamın
bir nebze keyfini sürebiliyorsak bunu sanata
borçluyuz. İnsanlık var olduğundan günümüze
kadar evrimini sürdüren sanat gelişmeye ve hak
ettiği değeri bulmaya muhtaçtır. Aslında buna
muhtaç olan sanat değil toplumdur, bireydir.
“Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış, tek ölümsüz
insan Utnapiştim’i bulup ondan bu gizi öğrenmek için yola düşer. Hiçbir insanın katlanamayacağı acılara, tehlikelere, zorluklara karşı
koyar. Onun geçtiği yollardan daha önce hiçbir
ölümlü geçmemişti; yeller denizin üstünden
estikleri sürece de hiç kimse geçmeyecekti.
Sonunda, Gılgamış, yanakları çökük, yüzü
süzgün durumda, Utnapiştim’i bulur, ırmakların
ağzında, uzaktaki yerde. Ondan, suyun altındaki bitkiyi öğrenir, insana ölümsüzlük veren
bitkiyi. Buz gibi suya girer, koparır alır bitkiyi.
Fakat çiçeğin yaydığı tatlı kokuyu alan yılan,
bitkiyi kapar ve derisini değiştirip bir kuyuya
dalar. Gılgamış oturup ağlar, “Ben onu yıkılmaz
duvarlı Uruk’a götürüp yemeleri için yaşlılara
verecektim.” der.
Sanatçının yazgısını, bu masaldan daha iyi ne
anlatabilir! Ölümsüzlüğe ermek için sanatçı da,
Gılgamış’ın çektiği eziyetlere benzer ağır işkencelere katlanır; o da Gılgamış gibi, sanki kendi
için arıyordur gizi, ama başkalarına götürecektir. Olağanüstü otu hem bulur, hem yitirir; hem
kendisi, hem başkasıdır; ölümsüz olan insanı
görmüştür, insanlığın ölümsüzlüğüdür bu,
Uruk’a bu haberi getirir kimsenin bilmediği yerlerden. Dünyaya katlanmamız bu yüzdendir. O
bizim yaşamımızı somutlar. Ölümlü ve ölümsüz
olandır o, yüzü bizim yüzümüze, dili tanrıların
diline benzeyen.”19
Kim bilir, daha güzel bir dünyada, hep birlikte gideriz belki! Açıklığa doğru…
Melih Cevdet Anday’a saygıyla…

Yazarın Diğer Yazıları
İlk Kar

İstanbul’u kuşatan o gizemli beyaz örtü, ilk adımlarını attığı anda zaman sanki durmuş olur her yıl aynı ciddiyetle. Şehir, anahtarını yılın ilk karına bırakmıştır artık. Maltepe’nin sahili, caddeleri, tepeleri, kaldırımları, parkları… her biri kristal beyazıyla süslenmiştir artık. Ardı sıra yere düşen kar taneleri, şehir ışıklarında parlayarak gecenin sessizliğini renklendirirler. Her yılın ilk karı, insanın içini […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku