Nurten Geroğlu
Tüm Yazıları
Şiir Telli’nin Zaman Turnaların
Ana Sayfa Tüm Yazılar Şiir Telli’nin Zaman Turnaların

Sabahın erken saatleri ve akşam üstleri bir birine karıştı artık.

Sabahın erken saatleri ve akşam üstleri
bir birine karıştı artık. Her mevsimin
rengi vardır. Kışın rengi de soluk,
grimsi. Yaza heyecan duyanlar için çarçabuk
geçilmesi gereken bir engeldir kış ayları ve
bahanesidir evde geçen zamanların. İtiraf
edeyim ilham perimi de en çok bu mevsimde
bekliyorum. Gelsin, cıvıl cıvıl bir zamanın içinde,
heyecanlı bir serüvene sürüklesin beni. Gerçi
ben sonbahar aşığıyım. Kışı da az sevmem hani.
Ama insan böyledir, hep uzak ihtimallerin,
uzak yolculukların düşünü kurmaz mı? Hem
son yolculuğumuzdan beri de epey iyileştim.
Bedenen ve ruhen tüm yolculuklara hazırım
sanki. Kaç gündür şarkıların, romanların,
şiirlerin, kişilerin dünyasına daldım. Birazdan
tam şu eşikte belirecek ve beni apansız bir
yolculuğa çıkaracak düşüncesiyle aslında yer
beğenmekti amacım. Perimle ilk karşılaştığım o
andan bugüne hiç bu kadar kayıtsız kalmamıştı.
Çoktan gelmesi gerekti. En son yaptığımız
yolculukta acaba onu gücendirecek bir şey
mi yaptım? Yoksa daha kötüsü sıkıldı mı
artık benden? Hayır hayır kesin mantıklı bir
açıklaması vardır. Umarım vardır…
Günü ilham perisinin gelmeyeceğini
kabullenerek bitirdim. Zaten gökyüzü de
görünmüyor bulut örtüsünden, ay ışığı bile
saklanmış. Uyumadan önce kütüphanenin
en alt rafında çok eski bir fotoğraf albümüm
gözüme çarptı. Albümü alıp odama gittim,
yatağıma girdim ve bir bir sayfaları karıştırdım.
Madem ilham perisi gelmiyor ben de kendime
bir yolculuk yapabilirim diye düşündüm.
Fotoğrafları karıştırırken salondan gelen
bir tıkırtı duydum. Hemen yerimden kalkıp
salona doğru koşar adım gittim. Işıkları
yaktığımda kimse yoktu. Pencerenin önündeki
saksıya koyduğum rengarenk rüzgar gülü,
havanın bozmasıyla biraz eğilmiş ve dönerken
kanatlarını cama vuruyordu. Hemen rüzgar
gülünü düzeltip pencereyi kapattım. Perdeyi
indirmeden son bir kez dışarı baktım. Tam
arkamı dönecektim ki “Beni mi arıyorsun?” diye
bir ses duydum. Heyecanla arkamı döndüğümde
ilham perisi koltuğun üstüne bıraktığım
albümümün sayfalarını karıştırıyordu. Yüreğim
heyecandan yerinden çıkacak gibi oldu hızlıca
yanına doğru yürüyordum ki kaç gündür beni
beklettiği aklıma geldi. Hemen toparladım
kendimi ve elinden fotoğraf albümünü alarak
hiçbir şey söylemeden ve göz göze gelmeden
yanına oturdum. Bana baktığını ve tebessüm
ettiğinin farkındaydım ve kafamı onun aksi
yöne çevirdim. Birkaç saniye öyle durduktan
sonra tam bir şey söylemeye yeltenmişti ki
sözünü keserek “Neredesin sen?” diyerek hızlıca
ona doğru döndüm. “Geldim işte” dedi. Kaç
gündür bu anı beklemiyormuş gibi daha fazla
davranamadım ve hemen ona sarılarak “Gittin,
bir daha dönmeyeceksin sandım” dedim.
Omuzlarımdan tutarak “ Hayaller ölmedikçe
ben hep geleceğim” dedi…
Peri gelince yolculuk hevesimi de unuttum.
Gelmesi yeterliymiş meğer. Uzun uzun sohbet
ettik. Neden gelmediğini, beklettiğini sormadım.
O da hiç konuyu açmadı. Neticede yanımda
olması, gelmiş olması tüm cevaplardan daha
kıymetli değil mi? Ameliyatımdan sonra
yaşadığım deneyimleri, hissettiklerimi ve
gelişmeleri bir bir anlattım. Beni dinlerken bir ara
tekrar albümü eline aldı ve orta okul yıllarıma
ait bir fotoğrafı albümden çıkartarak daha
yakından bakmaya başladı. Bir fotoğrafa bakıyor
bir bana bakıyordu. Gülümsemeye başladı.
“Ne oldu peri neden güldün” diye sordum.
“Bazı şeyler değişmiyor Turna” dedi. Turna mı?
Bir sözle çeyrek asır geriye sardı zihnim. Ve
şaşkınlıkla “İyi ama sen nereden ..” sözümü kendi
şaşkınlığım kesti. “Sen hep..” yine kesildi sözüm.
Aklımdan geçen sorulara, düşüncelere kelimeler
yetişemiyordu. Peri sakin bir sesle “Kapat
gözlerini” dedi. Hiç düşünmeden, sormadan
‘nereye, kime’ diye kapattım…
İki kanadı içeriye doğru açılan, tavana doğru
uzanmış eski bir ahşap kapının eşiğineydik.
Duvarları yorgun, temiz fakat boyası eski.
Kapının ahşap topuzu; kaç el değmiş, kaç el
sarmış çemberini ki motifleri erimiş fakat kapıya
göre daha parlak. Kapıya doğru yönelen her
yüz ismen olmasa da çok tanıdık. İlham Perisi
“İçeri girmeyecek misin?” diye sordu. Kapıya
dalmış gözlerimi periye doğru ağır ağır çevirdim.
İçerisi tanıdık, içerisi sıcak, içerisi benim
çocukluğumdu. Nerede olduğumu anlamak
sadece bir kaç nefes arası sürmüştü. Bir yandan
kalbim çırpınıyordu heyecandan, diğer yandan
ayaklarım kala kalmıştı şaşkınlıktan. Tüm bu
duygu devinimini kapıya uzanan yabancı bir
el bozdu. İçeri girmek isteyen insanlar vardı.
Kapının açıldığını görünce ani bir adımla bende
attım içeriye kendimi.
Duvarları boydan boya kitaplarla dolu
olan, demli çay kokusunun insanı sarmaladığı
ve içerisi ne kadar sıcak olursa olsun hep
elini uzatmaktan çekinmediğin salonun
tam ortasında duran bir soba. Sobanın
etrafında çokça soğukta kalmış, bir türlü
içi ısınmayan insanlar. Derinleşen sohbetle
elbet suskunluğa gömüldükleri anlar. Burası
halk evlerinin kapatılmasıyla can bulan bir
kültür merkezi. Burası tarihe geçmiş bir eylül
zamanından birkaç yıl sonrasında yavaş yavaş
insanların selamlaştığı yer. Burası fikirleri örselenmiş, sözleri darbelenmiş insanların
şiirlerle, şarkılarla, danslarla tekrar konuşmayı
hatırladığı yer. Burası benim çocukluğum,
gençliğim ilk büyük hevesim…
Demli çay ve yeni düşlerin harmanlandığı
sohbetin tam ortasına sarı saçları,
gülümsemesi ve en fazla 14 yaşında bir kız
çocuğu araladı salonun kapısını. İçeride koca
koca yaşanmışlıklarıyla yorulmuş tüm gözler
döndü kızın üstüne. Orada olmaktan, bir fikrin,
yeni başlangıçların parçası olmaktan o kadar
mutluydu ki kız. Sesinde ki heyecana doldu
gözlerim. Uzanıp tutmak istedim elini, tutup
çekmek istedim kendimi, kendime. Bu heyecanı
yitirmeyeceğini, hep canlı tutmayı başaracağını
fakat çok yorulacağını söylemek istedim.
Hayalleriyle bir gerçekliğin parçası olacağını, ne
kadar çok kırıklık olsa da o hayalleri muhafaza
etmeyi başaracağını söylemek istedim. Ben
bakarken hala içinde yaşayan o çocuk halime
Ümit Abla seslendi “Bu şiiri okur musun?”
diye. Sustu salon. Hatırlıyorum her defasında
bu şiiri isterdi salondaki genç abiler, ablalar.
Çocukluğum başladı şiiri okumaya. “Çürüyen
bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna./
Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile
değildi artık./ Küstü, öldürdü kendini su…/
Su çürüdü…/Adımdan gayrısını bilmiyorum”
diye bitti şiir. Şiir bitince önce bir suskunluk
oldu. Gözleri dolanlar oldu. En çok eşi on
yıldır o eylül gününe mahküm Ümit abla
doldu. Salondakilerin aralarında bir dönem
adını bile unutmuşlar vardı. Şiiri dinleyenler
arasında gerçekten çürük bir suyun kokusunu
bilenler, onlar en çok sessizleşenlerdi. Hevesle
çağını yaşayanları ve unutmak isteyenleri
buluşturmaktan çekinmiyordu zaman. İçinde
yer alan her ruhun kendine ait bir almanağı
oluyor. Unutmak isteyen unutmuşken, hevesle
yaşayan gelip ansızın açıyor almanağın kapağını.
Suskunluğu sobanın üstündeki çaydanlığa
uzanan bir el bozdu. Çay bardakları konulduğu
yerden bir bir uzatılmaya başladı. Sonra hep
bir ağızdan türkü söylemeye başladılar.. Türkü
bitti.. Kalabalık kıza seslendi “Haydi bakalım
Turna, sen de bize Turnala’ı söyle”.. “Sen
benimsin bahar gözlüm / yarınlarda ikimizin
yürüyoruz / Turnalar sevdiğim oy..” Sonrası
bir türkü daha, bir şiir daha…
Dışarısı alabildiğine beyaz.. İlham perisi
hiçbir şey söylemeden tuttu elimden ve
sürükledi beni bu kar yığının ortasına. Soğuk
çok umutsuz burada. Hiçbir insan eli değmemiş,
zaman burayı hep teğet geçmiş gibi. Donmuş,
tek tük kısa boylu ağaçlar bir tabloda sanki
hareketsiz ve cansız. “Neredeyiz, niye geldik
buraya peri?” İlham perisi bir sürprizim daha var
dedi ve yürümeye başladı. Nefesimle sarılarak
parmaklarıma peşi sıra yürümeye başladım. Bir
zaman sonra köyün biraz uzağında tek katlı,
içeriden çocuk seslerinin geldiği bir köy okulu
görüldü. Dumanı tütüyordu bacasının. Okula
vardığımızda kapısına doğru yürürken 20 lerinde
belki daha genç bir öğretmen sınıfın sobasına
atılmış odunları elindeki demirle karıştırıyordu.
Çocuklar sobanın etrafında. “Kim bu öğretmen
peri?” İlham perisi bana döndü ve “ su zamanla
çürür Turna. Suyun değerini bilen ancak suyun
çürüdüğünü görür. Suyu bekler o. Su da onu.
Suyun değerini bilmeyen için su hep akar
gider. Hep akıyor ya, saklamaz çünkü suyu. Bu
öğretmen suyunda çürüdüğünü söyleyecek
yıllar sonra. Ve bir kız çocuğunun sesiyle tekrar
hatırlayanlar olacak suyun çürüdüğünü” dedi.
Elimi o isli okul camına doğru uzattım. Bedeni
çok gençti öğretmenin, seri hareketleri, sıcak
gülümsemesi ve aslında yaşayacaklarını tahmin
edercesine buğulanmış gözleri. Bu öğretmen
şiirimizin büyük sesi Ahmet Telli’ydi…
İlham perisi ile zamanı birkaç kez daha
büktük. Dolma kalemiyle ilk kağıda dökülen
şiirleri, Gazi Eğitim’de tekrar öğrenci olduğu
günleri ve sonra yine aynı Enstitü’de öğretmen
olduğu yıllara şahit olduk. Ve illaki şiirin
sakıncalı, şairin mahkum olduğu zamanlara
gittik. Değişmeyen şey bakışları, dinmeyen
şey de şiire inancıydı. Yazılmamışken şiir, soba
başında bir başınadır şair ve şiir yazıldığında
soba yine yanmaktadır. Başı kalabalık, başı
yaşanmışlıklarla doludur artık.
Ahmet Telli’yi en son hak mücadelesi
için yürüyen kalabalığın en önünde gördük.
Yumruğunu sıkmıştı inançla ve uzatmıştı göğe.
Suskun görünüyordu fakat dolma kalemi
cebinde anlatmaya hazır. Birden bir tebessüm
kondu yüzüne. Ne için gülümsüyordu, aklından
ne geçti sormayı çok istedim şaire. İlham Perisi
omuzuma dokunarak “Gidelim mi?” diye sordu.
Aklımda tebessümün sebebi, çaresiz “Gidelim
peri” dedim.
Eve döndüğümde zaman donmuş gibiydi. Sanki
o kadar yere gitmemiş, o kadar zamanın içinden
geçmemişim. Rüzgar gülü olağan hızıyla dönüyor,
ay hala bulutları yırtmaya çalışıyordu. İlham Perisi
beni bırakmış ve gitmişti. Bir şiir de kendim için
seçtim o anda. Kendime okumak istedim…
“Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm”

Yazarın Diğer Yazıları
Davet

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]

Devamını Oku
Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku