Yeryüzü Yurdum Benim
İşte aralık! Sonbahar ne zaman bitti anlamadım
bile… Ama bellemişiz işte, sonbahar hüzün
ayı. Neyse aralıkla birlikte, yeni umutlar, yeni
özlemler, yeni yıl heyecanı ve coşkusu yavaş yavaş
kıpırdamaya başlar hepimizin içinde…
Ben her yıl sonbaharı uğurlarken ve kışa
hoş geldin derken, önce Melih Cevdet Anday’ı
anımsarım. Onu 28 Kasım’da yitirdik. 2002
yılıydı. Tam 20 yıl olmuş! Oysa ben hâlâ onunla
konuşuyor gibiyim.
Sadece çok usta bir şair, romancı, oyun yazarı, denemeci değil; aynı zamanda muhteşem bir
düşünürdü. Bir de söylemezsem olmaz, “arkadaşım” diyemesem de benim çok sevdiğim bir insandı. Çünkü ortak bir tutkumuz vardı: Tiyatro.
“Mikado’nun Çöpleri” ve “İçeridekiler” yazdığı
onca oyun içinde en sevdiklerim… Hem zaten
Anday’ın şiirinden önce, oyunlarına âşık oldum
ben. Belki de oyunlarında sözün gizlerini, sözün
olanaklarını ve olanaksızlığını, sözün gerilimini
muhteşem bir biçimde ortaya koyduğu için.
Melih Cevdet Anday, edebiyat kadar, en az
onun kadar felsefe alanının insanıdır. Tüm şiiri,
felsefi düşüncelerle yoğrulmuştur. Yaşam, yaşamın anlamı, ölüm, zaman, geçen ve geçmeyen
zaman hep onun ilgi odağındadır. Zaten düşünce
yanı bunca ağır bastığı için tekrar tekrar okurum “Güneşte” adlı başucumda duran deneme
kitabını: Tüm kitaplarını tekrar tekrar farklı
tatlar alarak okuyorum. En çok da hayatı, insanı,
ölümü, zamanı sorgulamalarını.
“Kim bilebilir açık denizdeki / Zamana rastlayan martının/ Kanatlarından huylanarak / denize
indiğini.” diyen odur… Sahi kim bilebilir?
Haydi sonbahara Anday’ın o muhteşem “Telgrafhane” başlıklı ölümsüz şiiriyle veda edelim:
“Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.”
VE… ARALIK
Canım arkadaşım Refik Durbaş… Onu 1 Aralık
2018’de yitirdik. Daha dün gibi… Ona şöyle seslenirim aralık ayının ilk günlerinde:
Canım arkadaşım Refik… Sen ezilenlerin,
âşıkların, gezginlerin, hakkı yenenlerin, barışı
özleyenlerin, sesini duyuramayanların sesiydin…
Düzyazıyı bile şiirle kuşattın. Hayata, sevgili
eşin Bilge’ye, dostlarına sarılır gibi sarıldın şiire
ve edebiyata… Sevgili Refik, daha başlangıçta
açıklamıştın. Demiştin ki:
“Gökyüzünde kayan bir yıldız olsun şiirim…
Dere kenarında bir çakıltaşı, dağ yamacında açan
gelincik… Filinta delikanlılar yakalarına taksınlar
gül niyetine… Genç kızlar mendil kenarına işlesinler… Yapıda çalışan işçilerin alınterinde parlasın…
Emekli hademenin elindeki tespihi döndürsün…
Kısaca hayatı anlatsın şiirim…”
İnan sevgili Refik Durbaş, aynen böyle oldu.
Senin şiirin hayatı anlattı. Erzurum’dan başlayıp
Mardin’den geçen, Anadolu’yu ve çevreleyen
tüm denizleri dolaşıp acının, hüznün, direnişin,
umudun, aşkın coğrafyasını anlatan bir hayat…
Kendini anlatırken toplumu, toplumu anlatırken
her birimizi tek tek dillendiren bir hayat…
O hayatın içinde yollarımız sık sık kesiştiğinde
(gazete odalarında, ülkemin farklı kentlerindeki
toplantılarda, kitap fuarlarında, yürüyüşlerde,
sıkıcı salonlarda ya da keyifli sofralarda), hep
içim ısınırdı. Güven ve sevinç duygusunu bir
arada harmanlayıp, yerleştiriverirdin içimize.
Canım arkadaşım, tek satırda ne çok şey anlatırdın aşka dair:
“Öperdim, gözünde kalırdı uykusu”… Ya da
“Yüzüne ay doğmakta. Seviyorum seni”… Ya
da “Günlerden seni seviyorum, ufka düşürdüm
resmini…”
Bir de yazdığın “Şiir Manifestosu”nu hiç unutmadım:
“Kendisi de dâhil hayata itirazdır.
Kendisine de karşıdır, itirazına da…
Savaşa karşı, ama kavganın yanında.
Barışa, özgürlüğe, vicdana taraftır.
Yolsuzluk, rüşvet yoktur defterinde.
Var oluşu baş eğmeyi reddinde.
Montaj, dublaj, kumpas bilmez.
Yazıldığı gibi yaşar anadilinde.
Edebiyatın isyankâr edepsizi,
Dünya halklarının ortak sesidir.
Düş ve gerçek, aşk ve karasevda
Bir de kendisi dışında her şeydir.
Şiir, şiirden başka bir şey değildir.”
Çok haklısın sevgili arkadaşım… Şiir, şiirden
başka bir şey değildir…
HOCALARIN HOCASI
Behçet Necatigil benim için hep hocaların
hocası oldu. Onu da bir aralık gününde yitirdik.
13 Aralık 1979’du.
Ama doğrusu ben Tanrı’nın şanslı kullarından
biriyim. Behçet Necatigil 70’li yıllar boyunca,
“bizim oda”nın müdavimi olmuştu. “Bizim oda”
dediğim Milliyet Sanat Dergisi’ni çıkardığımız
oda… İçinde topu topuna 3 masa, üç iskemle her
masanın önünde de bir misafir koltuğu…
Cağaloğlu’nda Milliyet binası. Sanat dergisi
odamız. Akal Atilla, Zekai Muratçay ve ben.
Behçet Necatigil odamıza geldi mi, her işimizi
bırakır, sadece onu dinleriz. Az ama öz konuşan,
utangaç gülümseyen, müthiş alçakgönüllü,
zekâ küpü, çok duyarlı, anıları cömertçe paylaşan “Hoca”… Bu ziyaretlerde ondan ne çok
öğreniriz. Yaşamla iç içe soluk alıp veren şiiri
izleriz… Kendi de şiiri gibi içine kapanıktı. Ve
çevresine nasıl da saygılı nasıl da sevecendi…
Gelin bu yazı onun “Sevgilerde” adlı şiiriyle
bitsin:
“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.”
Benden size tavsiye: Şairlerle buluşmaktan,
onlarla konuşmaktan, onları okumaktan sakın
vazgeçmeyin!
İşte kasım ayı da bitmek üzere… Yapraklar döküldü çoktan; dünyanın başındaki savaş derdi, ayırımcılık, yoksulluk derdi, şiddet derdi, kin-öfke-intikam derdi bitmek bilmedi… Önümüzde aralık ayı. Her 1 Aralık, bu ülkenin en güzel insanlarından, en iyi şairlerinden, en değerli arkadaşlarımdan biri gelir karşıma dikilir. O güzel insan Refik Durbaş’tır. Onu 1 Aralık 2018’de sonsuzluğa yolcu ettik… […]
Devamını OkuBundan birkaç yıl önceydi, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını birtakım yetkililer adeta yok saymak ister gibiydiler. Koca koca adamlar tam da 29 Ekim günü hastalanıyor, merdivende ayağı kayıp düşüyor, tam da o tarihte yurtdışında olmaları gerekiyor, bunlara benzer şu ya da bu nedenle bir türlü kutlamalara katılamıyorlardı. Hani Cumhuriyet tarihimiz boyunca süregelen ileri-geri savaşında, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamazlarsa […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku