Bilge ÇOLAK
Tüm Yazıları
Yılbaşı

Tıpkı fotoğraftaki gibi… Adını bilmediğim adam: “Nur, hadi… Her şey hazır, çocuklar seni bekliyorlar. Çok heyecanlılar.” dedi yüzünü dolduran bir gülümsemeyle…

Yeşil gözlerim, tüm bu yaşadıklarını
kaldıramamıştı sanki… Ağrıyordu,
açık tutmaya çalışsam da kapanmak
için zorlanıyordu. Bir ara yerimden kalkıp bir
şeylerle oyalanmak istedim. Çevremdekilerden
biri koştu yanıma, kumral bir kadın. “Anne;
sen otur, ben istediğin şeyi getireyim.” diyecek
oldu. Yanındaki yeşil gözlü adam geldi bu defa
yanıma, hızlıca: “İzin ver Ayça, onu kitaplığın
olduğu odaya götüreyim.” Kumral saçlı kızın
adı Ayça’ymış, ne güzelmiş ismi. Kafasını
narince salladı, “tamam” anlamında. Yeşil
gözlü adam, kolumdan tutup yürümeme
yardımcı oldu. Kitaplığın olduğu odaya
geldik. İki kahverengi tekli koltuktan birine
oturdum. “Anne hatırlar mısın, bu kitabı çok
severdin… Hatta bana ve…” deyip duraksadı,
gözleri doldu. “Neyse… Defalarca okumuştun,
sesli okumayı da çok severdin. Gizli gizli
dinlerdim seni.” Demek bu delikanlı, benim
oğlum. Gözlerimiz ne kadar çok benziyor.
Ben bunları düşünürken elinde tuttuğu
kitabı uzattı bana: “Yılbaşı.” İstemsizce
bir tebessüm kondu dudaklarıma. Kitabı
hatırlamıyorum ama nedense içinde yazan
her şeyi hatırladığımı ve içinde yazanların
kendimi iyi hissetmeme sebep olduğunu
anımsıyorum. Kitabın içini açıyorum heyecanla.
Kitapların eskimeyen hatta zaman geçtikçe
daha da güzelleşen kâğıt kokusunu aldığımda,
daha da heyecanlanıyorum sayfaları çevirip
içindekileri görebilmek için. Altını çizdiğim
satırlara bakarken gülümsüyorum artık, bir
şey hatırlamıyorum ama çok şey biliyorum bu
sayfalarda yazanlarla ilgili. Kitabın ortasına
gelmişken ve sayfayı çevirecekken bir fotoğraf
düşüyor yere. Oğlum hızla yere eğilip fotoğrafı
almaya çalışıyor. Belli ki hatırlamam için erken
olduğunu düşündükleri bir şey daha. Ufak bir
el hareketiyle fotoğrafı ben alıyorum yerden.
Dikkatle bakıyorum; bana benzeyen bir kadın,
ayakta duruyor. Beyaz bir elbise giymiş, açık
renkli saçlarını hoş bir topuz yapmış. Önünde
üç küçük çocuk. İkisi askılı pantolon giymiş,
ortadaki de kırmızı bir etek ve beyaz bir
kazak. Sol tarafta duran, şu an yanımdaki
oğlum galiba; ortadaki de kızım! Diğer çocuğu
tanıyamadım. Gerçi onlar anlatana kadar
diğer iki ufaklığı da tanımıyordum. Ama
tanımadığım ufaklık biraz çekingen kalmış
fotoğrafta sanki. Kadının yanında bir adam
var; bıyıklı, süveter giymiş bir adam. Arkada
güzel bir manzara, kar yağıyor. “Anne!”
sesleri yükselmeye başladı. “Geliyorum!” diye
yanıtladım içeriden yükselen sesleri. Üstümde
beyaz bir elbise vardı. Elimi saçıma götürdüm
yavaşça. Topuz yapmıştım. Kapıya iki kez
vurup bir adam girdi içeri; bıyıklı, süveter
giymiş bir adam. Tıpkı fotoğraftaki gibi… Adını
bilmediğim adam: “Nur, hadi… Her şey hazır,
çocuklar seni bekliyorlar. Çok heyecanlılar.”
dedi yüzünü dolduran bir gülümsemeyle…
“Nur”… Benim adım “Nur”… Adımı… Yani
adım olduğunu söyledikleri bu ismi ondan
duymak, tarif edemediğim bir duyguya
sürüklemişti beni. “Hemen geliyorum.” diye
yanıtladım. Elimdeki kitabı o an fark ettim:
“Yılbaşı”. İçeri gitmeden önce birkaç sayfasını
okumaya başladım, sesli olarak. Aradan
çok geçmeden bir çift yosun yeşili gözün,
kapı aralığından beni izlediğini anladım. O,
benim oğlum olmalı… Yüzümde bir tebessüm
oluştu, ayağa kalkıp küçük adımlarla yanına
gittim. O zaman gördüm orada üç ufaklığın
beni beklediğini. “O zaman sobamızın yanına
gidelim ve kitabımızı okuyalım, olur mu?” diye
sorarken aldım yanıtı: “Evet!” Heyecanla içeri
koştular, ben de takip ettim onları. Üçü de
yerdeki minderlere oturmuştu, iki kahverengi
tekli koltuk da bana ve o adama ayrılmış
olmalıydı. Bir elinde kestanelerin olduğu tabak,
bir elinde patlamış mısır ile adam girdi içeri:
“Kestanelerimiz ve patlamış mısırlarımız da
var!” dedi ve koltuğa oturduktan sonra devam
etti: “Hadi Nur, kitabın devamını dinlemek
için sabırsızlanıyorum!” Yutkundum, o adam
adımı her söylediğinde heyecanla karışık
bir belirsizlik hissediyordum. Gördüğüm o
huzurlu aile fotoğrafının içindeydim. Başlarda
garipsesem de, bu mutlu aile ortamı çok iyi
gelmişti bana. “Hemen geliyorum.” dedim
mutlulukla. Kahverengi tekli koltuğa oturdum
ve herkesin merak dolu bakışları arasında
okumaya başladım kitabı. Kendimizi kitaba o
kadar çok kaptırmıştık ki, yapmamız gereken
başka bir şey daha olduğu geldi aklıma.
“Radyoyu açabiliriz artık.” dedim yanda duran
radyoya uzanarak. Radyonun sesini açtığım
an, herkes dikkat kesildi: “Yeni yılın hepimize
mutluluk, sağlık, huzur getirmesi ümidiyle…
Hoş geldin 1996!” Donakalmıştım. Hareket
etmek istesem de gizli bir kuvvet tutuyordu
sanki beni… Ağzımdan birkaç kelime çıktı
yalnızca: “1996”.

Yazarın Diğer Yazıları
Kırmızı Boyalı Ev

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’imizin Doğum Günü Kutlu Olsun!

Annesi kıyafetlerini düzeltirken Ata durmadan şikâyet ediyordu, “Hadi ama anne, törenin başlamasına çok az kaldı!” Annesi son olarak kırmızı papyonunu düzeltirken onu ikna etmek istercesine, “Tamam oğlum, bitti işte. Pek bir yakışıklı oldun!” dedi. Ata, karşısındaki aynada kendini süzdü, “Çok yakışıklı oldum, değil mi anne? Tıpkı Gazi Paşa’mız gibi…” Annesi gülümseyerek onayladı onu. O da […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku