Eski biçimlerimizle, kendi kurduğumuz ve aramızda mutlu olduğumuz iç dilimizle, yeni insanları dâhil edemeyeceğimizi artık görmeliyiz.
Katıldığım bir dernek toplantısında, verimli bir
sohbet sonunda, bir dostumuz, gençlerden
umutlu olduğunu ama toplantılarda onları
göremediğini söyledi. Sitemliydi… Hangi toplantıları kastettiğini sorduğumda ise sendika binasının
ikinci katında hafta sonları yaptıkları kahvaltılı
toplantılardan bahsettiğini söyledi. O toplantılarda dostça sohbetler ve ülke gündemine dair kimi
değerlendirmeler yapılıyormuş. Kahvaltı sonrası,
davet edilen bir akademisyen ya da bilgili bir kişi
gelip gündeme dair konuşuyormuş. Son bölümde
soru cevap kısmı ile (“soru değil ama katkı” diye
başlayan uzun söylevleri duyar gibi olmuştum)
panel ya da seminer taçlanıyormuş. Ama hiç genç
gelmiyormuş.
İnsanların bir araya gelip fikir alışverişinde
bulunduğu bu etkinlikler aslında forum geleneği
olarak dünyanın her yerinde mevcut. Bu konuda
hem gazetecilik yıllarımda hem siyaset dolayısıyla
hem de edebiyatçı kimliğimle epey bir toplantıya
katıldım. Hiç gencin olmadığı toplantılara da,
sadece gençlerin olduğu toplantılara da katılma
fırsatım oldu. Bundan 10 yıl öncesine kadar süren
ve benim de sıklıkla konuşmacı olduğum “panel”
sistemi, bir tebliğ ve buluşma metodu olarak işe
yarar gibiydi. Son yıllarda ise giderek sıkılganlığın arttığını, gençlerin ilgisinin düştüğünü, bunu
engellemek için özellikle Avrupa’daki toplantılarda
(süre sınırı, moderasyon müdahaleleri, konudan
sapmama vb.) sert önlemler alındığını fark ettim.
Bunları neden anlattım? Türkiye’de siyasette
gençler her dönem ilerletici bir güç oldu. Bunları
neden anlattım? Siyasette gençler her dönem
ilerletici bir güç oldu. Gençler tepkilerini sosyal
medyada, sokak röportajlarında çeşitli vesilelerle
göstermeye başladı. Sonuç olarak gençlerin desteğini hiçbir zaman tam olarak yakalayamıyoruz.
Ancak özellikle 2015 sonrasında büyümüş, içe
kapanık ve teknoloji ile ilişkisi yoğun olan gençler
organik bir siyasetin parçası henüz olamadı. Bu
durum da “nerede bu Z” kaygısını doğurdu. Ancak
özellikle 2015 sonrasında artan baskı döneminde
büyümüş, içe kapanık ve teknoloji ile ilişkisi yoğun
olan gençler organik bir siyasetin parçası henüz
olamadı. Bu durum da “nerede bu Z” kaygısını
doğurdu.
Ateş İlyas Başsoy’un da BirGün’de yazdığı gibi
“Z Kuşağı” denen tanımlama, tüketim alışkanlıklarına dayalı bir reklamcı sınıflandırmasıdır. Ben bu
anlamda baby boomers kuşağını da hatırlatmak
isterim. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1946-1964
yılları arasında doğan ve adından da anlaşılacağı gibi bir nüfus “patlama”sının sonucu olarak
dünyaya gelen kuşağı anlatan bir tanımlamadıri
“baby boomers”. Hani şu gençlerin sinirlenip
“Ok Boomer” dedikleri kuşak… Özünde tüketim
alışkanlıklarını hedefleyen bir tanımlamadır. ABD
menşeili ekonomi çalışmalarında daha çok kullanılan bu tabiri Türkiye’ye de uyarlamaya çalıştılar.
Savaşa girmemiş ve farklı sosyal siyasal dinamikler
yaşamış bir ülke için bu tanım ne kadar doğru,
tartışılır. Boomer tanımı ne kadar tartışmalıysa
Z Kuşağı tanımı da o derece muğlak bence. Bu
konuda çıkmış hemen hemen tüm kitapları alıp
okumaya çalıştım. Hepsinden de öğrendiğim şeyler oldu ancak genellemeler ve
tespitler gözlem odaklıydı (çocuğu,
komşusunun çocuğu, birkaç
internet sitesi anketi, sosyal
medya kullanım saatleri vb…)
ve siyasal, sınıfsal süreçler pek
de hesaba katılmamıştı.
Z Kuşağı’yla ilgili yazılan
kitaplarda ve araştırmalarda
yapılan tespitlerin ortak noktası
teknoloji ve sosyal medya odaklı
olmalarıdır. Sosyal medyanın akıllı
telefonlarla her an ulaşılabilir hâle
gelmesi, kimlik edinme sürecinin sosyal
medyada gerçekleşmesi, gençlerin davranışını
belirleyen temel etken olarak görülüyor. Sosyal
medyayı, ekranı, akan görüntüyü yoğun kullanan
bir çocukluk ve gençliğin ortak özelliği ise bilgiye
hızlı ulaşırken derinlemesine incelemek yerine
çabuk geçişlerle öğrenmek, bunun bir semptomu
olarak duygu geçişlerinin yoğun olması, sıkılganlık, konsantrasyon eksikliği, gerçek kimliğinin
dışında da bir kimlik inşası ve bireyselleşme olarak
sıralanıyor. Bunlara ek olarak başka hayatları
görebilmek, dünyanın herhangi bir yerine sanal
ortamda erişebilmek, farklı olanakları keşfetmek,
içe kapalı siyasete ilgi göstermelerini engelliyor.
Bu bilgiler ışığında yapılacak analiz kuşkusuz çok
önemli ama daha çok kentli orta sınıfa özgü tespitler oldukları da gerçek. Kurye olarak çalışan bir
genç, taşrada yaşayan bir genç, kâğıt atık toplayan
bir genç, hayatta kalmaya çalışan bir genç, hizmet
sektöründe 15 saat çalışan bir genç bu tanımların
birçoğunun dışında kalabilir.
Feyzli panelistler tarafından sürdürülen tebliğ
tarzındaki siyasi tartışmaların gençler açısından
çekici olmadığı… Bu uzun süredir sorun olarak
karşımızda duruyor. Evde izlediğim iki kanal olan ve
davetlerine gururla icabet ettiğim Halk TV ve Tele1
de maalesef benzer bir yöntemi takip ediyor. 2-3
kişi bağırıyoruz, kızıyoruz, uzun uzun konuşuyoruz,
4-5 saat insanlar bizi izliyor. Peki ne yapacağız diye
sorduklarında somut bir yanıt veremediğim için,
susuyorum ve eleştirmiyorum. Sadece bu kanalların gençler tarafından “anne-baba kanalı” olarak
kodlandığını görüyorum. Tartışma programlarından bilgiye ya da şamataya dayalı birkaç dakikalık
kesitlerin ertesi gün izlenmesi yeterli bulunuyor.
2017 yılında gazetede yöneticiyken Galatasaray
Üniversitesi öğrencileri oylama yapmıştı ve
yılın gazetesi olarak BirGün’ü seçmişti.
Ben de heyecanla konuşma yapmaya gitmiştim. Kulise döndüğümde
yanıma gelen öğrencilere sormuştum, “Gazeteyi üniversite
bayisinden mi alıyorsunuz yoksa
dışarıdan mı?” diye. “Ne bayisi
twitter’dan takip ediyoruz ya,
oradan baktık, seçtik.” demişlerdi. İster Z deyin ister Ç, sadece
kodlar değişiyor, tanımlamalar
değişiyor.
Siyasilerin gençlere bağımsız alanlar,
kota ve kontenjanlar yaratması gerekiyor. Bu
“alın-yapın” kolaycılığına ya da başa bir genç getirip kaçmaya indirgenemez (Bir tiktok fenomeninin
“bu böyledir abi” zırvalarını tepemize çıkarmaya
gerek yok.). Bahsettiğim daha organik ve tanımlı
bir model. Hem genç tanımından kaynaklı hem
de yukarıda saydığımız yeni özelliklerin bir sonucu
olarak gençler kendileri olabildikleri ve kendilerini
parçası hissettikleri işleri sahiplenirler. Siyasi hareketlerin tarihsel yönelimini, değerlerini koruyacak
ancak kimi zaman konforun kaçmasını da göze
alacak bir pratik gerekli. Eski biçimlerimizle, kendi
kurduğumuz ve aramızda mutlu olduğumuz iç dilimizle, yeni insanları dâhil edemeyeceğimizi artık
görmeliyiz. Yeni birisi gelmeye niyet ettiğinde, bize
benzemediği için kaygı duyan, rahatı kaçan bir
anlayışla toplumu değiştiremeyeceğimiz açık. Bu
durum sadece genç-yaşlı meselesi değildir, çağın
hızlı deviniminde artık herkesin meselesidir.
Bakın, ben de başlıkta soru soracakmış gibi
yaptım, “arkadaşların bıraktığı yerden” söz aldım
ve uzun uzun tespitler sıraladım…
Çocuk edebiyatı, uzun yıllar “çocukları anlatan yetişkin kitapları” zannedildi ülkemizde. Grimm ve Andersen masalları çevirilerinin ötesine geçmeyen çocuk edebiyatı, Milli Eğitim’in devrimci döneminde yapılan atılımlarla çeşitlendi. Edebiyatın zevk almak, hayatı tanımak, başkalarının hayatlarına duyulan merak kısmı çocuklar tarafından keşfedildi. Ancak zamanla hem eğitimcilerde hem ailelerde kitap dediğin bilgi verir anlayışı öne çıktı ve kuru bir […]
Devamını OkuCumhuriyet’imizin 100. yılı ve kasım ayındaki Atatürk’ü anma haftası vesilesiyle kimi anekdotlar eşliğinde Mustafa Kemal Atatürk’ün zorlu yaşamından ve devrimlerle sonuçlanan mücadelesinden pek çok parça dinledik. Ben de İstasyon okurları için okuduğum hatırat kitaplarından, daha önce pek de aktarılmayan, kıyıda köşede kaldığını düşündüğüm bazı anekdotları bir araya getirdim. Cumhuriyet; yıllar süren savaşlar, göçler, ölümler üzerine […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku