“Amanın aman, hallarım yaman, İzmir’in içine vardım bir zaman
Amanın aman, hallarım yaman, İzmir’i yanarken gördüm bir zaman”
Bu türkü; onlarca yıl Dimitrula Kostaoglu’nun diline pelesenk olmuş. Bir belgeselde izledim. Söylerken göz bebeği büyüyordu. Nemli, özlem dolu gözler… Dimitrula yüz binlerce insandan sadece biriydi. Şirincliydi. Ona kimse “gitmek ister misin?” diye sormadı. O “burası benim toprağım.” da diyemedi. Çocuktu o vakit. Dimitrula hem hatırlayan hem yaşatan hem de anlatandı…
1912 Balkan Savaşı sonrası ata yurtlarında yaşayan insanlar birden azınlık oluverdi. Kaybedilen topraklar ve o topraklarda milli devletlerin kurulması ata yurtlarında nefes almış, toprağını yeşertmiş, yetişmiş ve geleceğini yetiştirmiş insanları, o topraklara yabancılaştırdı, azınlıklar hâline getirdi. Yeni kurulan devletler içinse bu azınlıklar kendi ideaları için tehlike olarak görülüyordu. Azınlıklar üzerinde insanlık dışı baskılar kuruldu. Öyle ki ölüm, ata topraklarındaki bu insanlara kurtuluş olarak görünmeye başladı. Fazla uzakta değil, yaşadıkları toprakların biraz
doğusunda anayurtları vardı ve ilk kopmalar meydana gelmeye başladı. Karda kışta, ellerine taşınabilir neleri varsa alıp yollara düştü bu insanlar. Ölerek, eksilerek, parçalanarak yürüdüler. Şanslı olanlar buldukları katarlara, gemilere, sandallara bindiler. Diğerleri ise hafızalarından hiç çıkaramayacakları bir yolun yolculuğu içindeydiler. Tabii hâl böyle olunca anayurtta olan azınlıklar için de zorlaştı yaşamak. Bir tarafta Batı topraklarından gelen soydaşlarımız ve din kardeşlerimiz, diğer tarafta karşı kıyının insanları oluverdi yüzlerce yıl birlikte yaşayanlar. Aslında aynı acılarda birleşiyorlardı. Rumca anlatılan hikâyeler, Türkçeye birebir çevrilmiş gibiydi. Ve hatta bazen aynı dilde aynı acıları sadece inançları farklı olduğu için yaşayanlar…
1919’da Osmanlı hükümeti ve Venizelos hükümeti en azından insanlar daha fazla acı çekmesin, insanlık dışı uygulamalar sona ersin diye bir araya gelip ilk defa mübadele konusunda anlaştılar. Fakat 1. Dünya Savaşı’nda
Osmanlı’nın mağlup olması sonucu Yunan Megali İdeası mübadeleye engel oldu. Venizelos hükümeti Megali İdea’nın gerçekleşmeye başladığı düşüncesiyle mübadele anlaşmasını oyaladı. Karşı kıyı tekrar dönecekleri topraklardan neden ayrılsın ki? Öyle de oldu. İşgalle birlikte mübadele gerçekleşmedi. 9 Eylül 1922’de Türk Ordusu işgal altında olan İzmir’e girdiğindeyse her şey değişti. İşgalle birlikte Batı Anadolu’da Megali İdea’nın hayalperestleri ve yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Rumlar karşı kıyıya geçmeye başladı. Kayıtlara göre resmî mübadele anlaşmasından önce yaklaşık 800.000 Rum, çoğunluğu gemilerle, terk ettiler Batı Anadolu’yu. Peki kalanlar? Kalanlar ekonomik ve kültürel bir başkalaşımın parçası olacaklardı…
30 Ocak 1923’te Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak Yunanistan ve Türkiye Cumhuriyeti mübadele anlaşmasını resmi olarak imzaladı. 1 Mayıs 1923’te de uygulamaya başladılar. Yüz binlerce insanın geçmişini ve geleceklerini
etkileyecek bu anlaşma, 19 maddeden oluşuyordu. Anlaşmaya göre İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada bu kıyıda, Batı Trakya ise karşı kıyıda mübadele dışında kaldı. Rum/Ortodoks ve Türk/Müslüman mübadele anlaşması temelinde sadece inanç farklılıklarının tespiti ve mübadil olacakların bu farklılıklarla belirlenmesiyle başlatıldı. Mübadele
anlaşmasının en kritik maddesi ise 1912 yılında çoğunluğu Müslüman olan göçmenlerin geride bıraktıkları hakları için anlaşmaya dâhil edilmesi oldu. Baskı ve korkuyla ata yurtlarından ayrılan ve anayurtlarında bir bilinmezliğe yola çıkan insanları da kapsayan anlaşma, oluşturulan Karma Komisyon’la haklarının tespiti ve maddi kayıplarının güvence altına alınmasını da kapsadı.
Mübadele herkesin gözüyle gördüğü, dokunduğu, maddi varlıklar ve sayabildikleri insanları konu ediniyordu. Kimse insan hikâyelerine, maneviyatına, hislerine ve hayatları boyunca unutmayacakları, unutturmayacakları yaşanmışlıklarla ilgilenmiyordu. Bir zayiat olarak görüldü. Kültürel ve ekonomik sonuçları göz ardı edildi. Herkes sınırlara ve o sınırlar içerisinde çatlak seslerin kesilmesi amacına odaklanmıştı. İki yeni kurulmuş devlet sınırları içerisinde azınlıkta kalmış insanların sorunlarını çözmektense azınlıkları değiş tokuş yapma fikrine sıcak baktı.
Oysa bir gün önce kendi toprağının bereketiyle karnını doyurmuş, ata yadigârı evinde çocuklarını yetiştirmiş insanların hayatları üstüne yapıldı anlaşma.
Mübadiller arasında da sosyal-sınıfsal farklılıklar vardı. Türk/Müslüman mübadiller ağırlıklı olarak çiftçiydi. Toprağa bağlıydı. Tarımla geçimlerini sağlıyor ve ata yadigârı toprak ne ürün veriyorsa onu ekip biçiyorlardı.
Başka türlüsüne hiç ihtiyaç duymamışlardı. Ve mübadeleyle ekmek teknelerini geride bırakmak zorunda kaldılar. Rum/ Ortodokslar ise çoğunlukla zanaatkâr, kuyumcu, esnaf ve tüccardı. Sahip oldukları taşınabilirdi ve yanlarında götürdüler. Bu ne kadar öngörüldü, ne kadar planlandı kestirmek zor, fakat İstanbul dışında ülke genelinde büyük bir boşluk yarattı. Bir süre dışa bağımlı bir gerçeklik söz konusu oldu. Peki ya esnaf ve zanaatkârlar yerine gelen
çiftçiler? Onlar ise ülkenin dört bir yanına dağıtıldı. Domates ekmişlere patates tarlaları verildi. Yeni topraklarına alışmaları, huyunu suyunu öğrenmeleri epey sürdü. Karşı kıyıda esnaf ve zanaatkârlar vardı fakat tarla bilen çok
az kaldı, bu kıyıda esnaf ve zanaatkâr azaldı, toprak bilen çoğaldı. Kısaca bu maddi olarak iki ülkeyi de etkiledi.
Bir göçmen verdiği röportajda “Komşularımız bize hep fakir gözüyle bakıyordu. Kendilerinden daha küçük görüyorlardı. Diyorlardı ki ‘bunlar hep ot yiyor’.” Mübadelenin maddi sonuçlarından daha vahimi işte buydu. Kabulleniş ve alışma süresi. Anayurt halkı yeni komşularıyla kaynaşmakta zorlanıyordu. Hepsi Müslüman fakat aralarında Türkçe bilmeyenler de vardı. Karşı kıyıda hepsi Rum ama Türkçe konuşuyorlar. Mübadele her ne kadar Rum/ Ortodoks ve Türk/ Müslümanları ilgilendirse de temelde inanç farklılığıyla gerçekleşti. Kimse mübadillerin hangi dili konuştuğuna, atasına bakmadı. Neye inandıkları esastı. Ve hikâyeler, anlatılanlar… Mesele ne inançtı ne ekonomi ne de kültürel farklılıklar. Asıl mesele daha çok insanlıktan çıkmamaktı…
Bu insanların son çilesi mübadil olmaktır aslında. 20. yüzyılın başlarında dünyayı kasıp kavuran değişim rüzgârlarıyla anlayamadıkları, öngöremedikleri bir girdaba kapıldılar. Köyleri basıldı, gelinlik genç kızları kaçırıldı, erkekleri katledildi, mallarına el konuldu. Yine bir mübadil “Genç kızlarımıza eski püskü basmalar giydirir yüzlerini kömürle eskitirdik. Geldiklerinde yaşlı sansınlar diye kılık değiştirmeye çalışırdık. Erkekler ise saman yığınlarına saklanırdı.” diye anlatıyor. Karşı kıyının mübadili ise “Bizi bir dağa götürdüler. Buraya yol yapacaksınız diye kazdırmaya başladılar. Yol mu? Orada yolun ne işi var. Eziyet ya adı, çeşidi çok. Ben kaçmayı başaranlardanım.” diyor. 1923 sonrası Batı Trakya’yı terk edip kaçak olarak anayurda dönmek isteyen göçmenlerimiz de var. Onlar
mübadele anlaşmasıyla kendi topraklarında kalacakları garanti altına alınmış olsa da geldiler. Neden mi? Anlatılan hikâyeler onlar için gerçek olmaya devam ettiği için. Can telaşıyla yola düşenlerdir onlar ve ne yazık ki tam karşılığını alamasalar da mübadillerin sahip oldukları haklar onlar için geçerli değildir. Geride bıraktıklarının hesabını soramadılar. Kalacak yer bulmaları, tekrar hayata tutunmaları bir yana dursun anayurda girebilmeleri bile çok zordu. Zorundaydılar, zorunda bırakılmışlardı. Ne vatandaşı oldukları karşı kıyının insanıydı onlar ne anayurdun.
Onlar; mübadillerin yıllar sonra sadece “kader” dediği yerde değildi. Onlar; sadece öfkeliydi ve haklılardı. Bugün bile kaçak göçmenlerin genç nesilleri “atamız sokakta kalmak zorunda kaldı.” diyor.
İnsan her şeyini bildiği, kuşaklarca birbirine komşuluk ettiği, hatta akrabalık bağı kurduğu dostlarına, yakınlarına nasıl yabancılaşır? Nasıl olur da hiç anlam veremedikleri bir kavgayla düşmanlaşır. Hangi ideal, hangi inanç, hangi düş yüzlerce yıldır kurulmuş bağı koparabilir? Bir asır öncesine bugünden baktığımızda bu soruların cevaplarını bulmak neredeyse imkânsız. Kime sorsak haklı sebepleriyle yaşadılar. Kime sorsak haksızlıklarla parçalandılar. Ve kime sorsak “Neden?” diye soruyorlar. Tüm soruların ve fikirlerin dışında her yeni nesil taze tutmakta acıları. Ata küskünlüğü, genç nesilleri büyüten hikâyelerin içinde. Bizim için karşı kıyı ise onların hasretliği. İzin alamadan gidemedikleri. Bir daha göremedikleri…
Bu yıl resmi mübadelenin 100. yılı. Gülcemal Vapuru’nu bekleyenlerin, katarlarda yarım nefes yol gidenlerin, kara kışta gözyaşlarını donduranların hâlâ taze acılarıyla geçmiş bir asrın sonu. Bugün yanımızdalar, içimizde bizimle aynı mahallede, aynı binada ve hatta ailemizin içindeler. Ve hikâyeler… O hikâyeler yaşandı, anlatıldı ve hatırlandı…
Yıllar önce bütün haber bültenlerine “Fedakâr Öğretmen” başlığıyla manşet olan öğretmeni hepimiz hatırlarız. Öğretmenimiz; tatil günlerinde sınıfını boyadığı, sınıfına bir kütüphane kurduğu, müzik ve sanat köşesi oluşturduğu için haberlerde kendisine yer bulmuştu. Konuşmacı olarak katıldığı bir etkinlikte elinde boyacı fırçasıyla sahneye çıktı. Yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitimci kimliğini ve eğitime verdiği önemi anlattı. Finalinde, […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku