Haydar ERGÜLER
Tüm Yazıları
Candan Erçetin: Dobra dobra!
Ana Sayfa Tüm Yazılar Candan Erçetin: Dobra dobra!

Türkçe Sözlü

Frankofon ama daha çok İkinci Dünya Savaşı’nda kabarelerde, kulüplerde, caz barlarda şarkı söyleyen güzel Alman şarkıcıları hatırlatıyor. Hatta daha çok da savaş döneminin konu edildiği siyah beyaz filmlerde oynayan güzel aktrisleri. Ağzındaki uzun ağızlıktan çektiği sigarasının dumanı değil de havaya yayılan, başdöndürücü bir koku sanki. Filmin siyah-beyaz olmasına aldırmayın, herkes onun saçlarının kızıl, bakışlarının yakıcı ve sözlerinin yaralayıcı olduğunu biliyor.

“Mavi Melek”, “Marlene Dietrich”, “Lili Marleen”, “Fassbinder”, “Hanna Schygulla”… Ardarda sökün eden filmler, isimler, şarkılar, bunlar elbette Candan Erçetin’in anımsattıkları. Fransızca şarkılar söylediği albümüne de, en
sevilen aşk şarkısı dediği “La Vie en Rose” adını veriyor ve onca ünlü şarkı arasında yalnızca Lili Marleen’i Almanca olarak söylüyor. Hangi şarkısıyla fark ettim onu diye düşününce, Bosnalı ünlü şarkıcı Esma Recepova’ya aitmiş, bakınca öğrendim, “Sevdim Sevilmedim” şarkısını anımsadım. O şarkıda o anda dinleyiciyle konuşur gibi şarkı söylemesi hoşuma gitmiş besbelli. Bir şair olsa ‘anlatımcı’ derdim, anlatmayı da seviyor hikâye etmeyi de, ikisinin farklı biçimler olduğunun da farkında.

Sesinde Fransızca yumuşaklığından çok Balkan yüksekliği var, ‘dobra’ sözcüğü Balkan mıdır bilmiyorum öyle bir havası var, Erçetin’de de ‘doğrudan’ ve ‘köşeli’ bir yan var, boşluğu bile köşeli sayılabilir, bu ona özgünlük katan şeylerden. Sözlüğe de baktım, Bosnalıymış ‘Dobra’, kadınlar için iyi, sözünü sakınmadan söyleyen anlamındaymış. Öyleyse “dobro jutro!”

“Yel değmez bana yelken açmışım aşka/ Nar çiçeğinden haylazım gül dalından hovarda.” Sesinde iyi bir şiirde olduğu gibi hafif kusurlu, aksayan bir şey vardır, sanki bir notanın, es’in hakkını tam istendiği gibi değil, sesinin istediği gibi vermektedir. Kusurun yakıştığı zamanlardayız artık, kusur arıyoruz daha çok sevmek, övmek için! O kadar kusur keşke herkeste olsa diyoruz ya, işte Candan Erçetin’de de aradığımız kusuru buluyoruz, ne güzel! Tam bir Balkan havası vardır bu şarkıda, özellikle nakarat “haydi haydi haydi” ile coşup coştururken: “Aksi perçem dökülsün haydi haydi haydi/kaytan bıyık bükülsün haydi haydi haydi!” Sonra ne çok şarkısını biliyormuşum, seviyormuşum, hatta zaman zaman bilir bilmez mırıldanıyormuşum diye düşündüm, öyle ya “dünyada ölümden başkası yalan”dı, “onlar
yanlış biliyor”du, tam bir sonbahar şarkısıydı, her şeyin döküldüğü mevsimin, ağaçlardan yaprakların, gözlerden yaşların, dudaklardan ayrılık sözcüklerinin, sarı şarkıların, şiir yerine gazellerin, ve sitemlerin yerine suçu kendinde
bulmaların dürüst mevsiminin yürekli şarkısı. Değişmenin, değişenin şarkısı, aynı zamanda, aslında hep olgun bir şarkıcı görünümü ve hissi veren Erçetin, kabullenme şarkısı da sayılabilecek “Elbette” ile insanı güne, düne, geleceğe baktıracaktır bu kez. Çoğu şarkısında şaşırtıcı bir doğallık içinde söylediği, hiç de olağanüstü olmayan ama ilk kez söyleniyormuş duygusunu fazlasıyla uyandıran ve biraz da veciz, özlü dizelerle ifade edilen gerçekler “Elbette” bu kez de yerini ve dinleyici katında karşılığını fazlasıyla bulacaktır: “En derin yaralar kapanıyorsa/en büyük acılar unutuluyorsa/neden korkulur hayatta söyleyin bana” der ve ekler: “Elbette daldan dala konup sonra uçacağım”.

“Sitem”ini unutmayacaktır ama “İşte ben böyle bir hâl içindeyim/Aslında derin keder içindeyim/Sana karşı ince bir sitem içindeyim” diyecek, Biz de içimizden “hangimiz değiliz ki?” diyeceğiz “Elbette!” “Elbette” bir kedici olarak anmadan geçemeyeceğim “Kedi Söyledi” şarkısını, bu arada şarkının adı “Bahane”ymiş! “Ben özlemedim ki seni, kedi özledi/Çağır onu, gelsin diye, bana kedi söyledi”. Rengi olan bir ses, kırmızı kadife duygusu veriyor çoğu kez, gözalıcı, parlak ve kumaşı iyi. Klasik olacaklardan, belli. Müziğe, müzik kültürüne katkısıyla da önemli. Candan Erçetin, Anadolu Rock olarak başlayan, giderek gelişen, genişleyen ve gerek Anadolu’dan gerek Balkanlar’dan beslenen, Batıyla buluşan geleneğin de şimdiden sürdürücüsü ve bir parçası olmuş gibi.

Dario Moreno: İzmir güneşi

Adamo yıllarına denk düşüyor radyo günlerinde ve çocukluk mevsimimde. Aydın’da doğmuş, İzmirli olarak anılan bir şarkıcı Dario Moreno. Topluca, güleç, esmer, sesi de Sezen Cumhur Önal gibi söylersek ‘çikolata renkli’.
İzmir’de Musevi Yetimhanesi’nde büyümüş, sünnet düğünlerinin ardından yapılan Bar Mitzva törenlerinde başlamış şarkı söylemeye. Akhisar’da askerken Orduevi Orkestrası’nda da devam etmiş… Sonra Ankara yılları ve geçmişin en gözde mekânlarından Ankara Gar Gazinosu. O günlere dair çok hoş bir hikâye okudum Erkan Özerman’ın İzmirli Dario (Remzi Kitabevi, 2021) kitabında: 40’lı yıllar, Ankara’da fazla otel yok, David Arugete ya da bildiğimiz adıyla Dario Moreno, gece çalıştığını ve sadece gündüzleri uyuyacak bir oda aradığını söylüyor otele. Sabah erken işe giden bir beyin odasında bir yatak daha olduğunu, kabul ederse orada kalabileceğini bildiriyorlar. Diğer bey kabul ediyor, böylece birbirini görmeyen iki kişi, biri gece biri gündüz aynı odada uyumaya devam ediyor. Bir gün karşılaşıyor ve kendilerini tanıtıyorlar: -Ben Dario Moreno, Gar Gazinosu’nda şarkıcıyım. –Ben de Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışıyorum, adım Orhan Veli! O zaman bilmiyor Moreno Orhan Veli’yi, sonra öğreniyor. Onun Varlık’tan çıkan Bütün Şiirleri kitabını okurken çekilmiş bir fotoğrafı var.

Dario Moreno, şov dünyasına ait biri. Ruhu orada doğmuş, sonra kendine tombulca bir vücud bulmuş, üstüne şakacı çocuk gözler, oyuncu bir bıyık geçirmiş, başına da fötr şapka, olmuş sana danstan sinemaya, tiyatrodan müziğe her kılığa giren dünya tatlısı ve gezgini bir adam.İzmirli Dario’nun, Ankara’dan İstanbul’a, Fransa’ya ‘çevirmediği film kalmamış’ dersem,yanlış anlaşılmasın, sanat âleminde yapmadığı şey kalmamış, biraz da içinde film geçtiği için,
‘çok film adammış’ demek için böyle yazdım! Brigitte Bardot ve Yves Montand ile aynı filmlerde oynamış, daha 1959’da reklam kampanyalarında yer almış, o yıl Paris’te ünlü Olympia’da sahneye çıkmış, Charles Aznavour’la tanışmış, Jacques Brel’le L’Homme de Mancha oyununda oynamış, Sanço rolünde, ödüller kazanmış… Nerdeyse en enternasyonal şarkıcımız.

Fransızca, İspanyolca, Türkçe 200’ün üzerinde
plak yapmış. Avrupa’dan Arap âlemine, Latin
Amerika’ya pek çok ülkede şarkılar söylemiş,
ama aklı fikri hep İzmir’de olmuş. Zeki Müren
‘sanat güneşi’ olarak anılır ya, Moreno da
‘İzmirli Dario’ olarak anılmasına çok sevinir,
zira ona göre “güneş yalnızca İzmir’den doğar!
1968’de erken bir yaşta, 47 yaşında ölen Moreno
ne yazık ki İzmir’e gömülemeyecektir. Şimdi
İzmir’de bir sokağı var, sokakta heykeli, bir
de “Canım İzmir” diye aşkla söylediği şarkısı:
“Canım dilber şehir, eşsiz sevgili İzmir/Kalbim seni
arar, hep senin için çarpar/ Dünyayı dolaştım,
birçok kıta aştım/Güzelim İzmir, eşini aradım, her
yeri taradım/ Bir tanem İzmir…”
Moreno da ‘Gavur İzmirli’ olduğundan
mı nedir, Fransız komedyenlerine, komedi
oyuncularına benzer daha çok, Louis de Funes
filmlerindeki aşçı karakterlerine özellikle de.
Hele başında beresi, üzerinde beyaz gömleği
ve etkileyici gözleriyle kameraya bakıp karpuz
yerkenki bir fotoğrafı vardır, sanki o filmlerden
bir kare alınmıştır!
Dario Moreno Bossa Novalardan şansonlara,
Akdeniz kokulu şarkılardan Ege’ye, “Deniz ve
Mehtap”ta dolaşan, “Her akşam votka, rakı ve
şarap”tan şikâyet eden, arkadaşı Juanito’nun
“Arkadaşımın Aşkısın” şarkısını mırıldanan,
“İstanbul’un Kızları”nı pek şeker bulan,
“Hatıralar hayal oldu” derken mesut günlerin
geri gelmeyeceğine içlenen, “Vasiyet”inde
“İzmir, tatlı ve sevgili şehrim/bir gün şayet
senden uzakta ölürsem/beni sana getirsinler…/
fakat mezarıma götürürlerken/’öldü’
demesinler, ‘uyuyor’ desinler/tatlı İzmir’im”
demiş olan, güneşin İzmir’den doğduğuna
inanan tatlı adam. Tatli dil. Tatlı şarkıcı.

Esin Afşar: Cumhuriyet’in sesi

“Ne çok severmişiz seni aklına getir”
dizelerini iyi ki yazmış Arif Damar, hem onu
hem de bu dizeyi ne çok severmişiz, bu dizeyle
sevdiklerimizi aklımıza getirince bir de bu kadar
çok sevdiğimiz olmasından sevinirmişiz!
Esin Afşar da o sevdiklerimizden.
Cumhuriyet’in en güzel ve özel kadınlarından.
Sesiyle, içiyle, sevinciyle, gözleriyle, dikliğiyle,
hayretiyle bir de. “Güzel günler göreceğiz
çocuklar” şiarını dilimizden düşürmezken,
o Cumhuriyet’in güzel günlerini görmüş
çocuklardan olmuştur, ne mutlu!
Esin Afşar, Cumhuriyet’in iyi eğitimli
ailelerinden, bir ‘monşer’in kızı. Şimdilerde
‘tu kaka’ edilen, küfredilen, oysa laikliğin,
çağdaşlığın memlekette kök salması için didinip
çırpınan insanlardı onlar. Şimdi olmamaları ne
acı, sonuçları da ortada ve Ortadoğu’da!
“Bayan Yoh Yoh” diye ünlendiği dönemlerden
hatırlıyorum. Âşık Kul Ahmet’in türküsü “Yoh
Yoh”u ünlendiren ve oyuncu söyleyişiyle sanki iki
kişiymiş gibi kendisiyle düet yapan bir ses olarak
tanıdım ilk Esin Afşar’ı: “Dedim kaşın Zülfikâr
mı?/Dedi ki yay/ Dedim cemalin ne güzel/Dedi
ki ay/Dedim seni seviyorum/Dedi ki vayy/Dedim
bende gönlün var mı?/Dedi ki yoh yoh!”
UNESCO kültür elçilerimizden biri
olarak tanıdık onu, göğsümüz kabardı, Âşık
Veysel’in türkülerini Türkçe ve Fransızca
olarak yorumladı, çağlayıp aktık, hele Ruhi Su
türkülerini, gençliğimizde, devrimci olmanın bir
numaralı şartı ve gereği olan “Dıramalı Hasan”
türküsünü de söylediğini duyunca şad olduk,
Yunus Emre, Mevlana, Nâzım Hikmet şiirlerini
de seslendirince iyice inandık, Esin Afşar da
bizdendi. Biz kimdendik, elbette hepimizdendik,
hepimiz Cumhuriyet içindik, Cumhuriyet bizim
içindi, Cumhuriyet’ten yanaydık! Ortasından
değil solundandık. Bizim şarkılarımızı,
türkülerimizi, ağıtlarımızı, hatta marşlarımızı
zaman zaman daha varlıklı, daha eğitimli,
daha Batılı birileri söyleyince de daha sevinir,
daha da umutlanırdık. Esin Afşar da tastamam
bunlardan biriydi.
Güzeldi, “Büyük Gözlü Kız” şiirimi karagözlü
bir kız için yazmıştım ama Esin Afşar için
de okunabileceğini düşünüyorum şimdi,
güzel söyledi, güzel işler yaptı. Bir anlamda,
Cumhuriyet’in bir memuru olan babasının
yolunda yürüdü ve genç kızlara, kadınlara çağdaş
ve özgür bir yaşam sunmak için çalışan dernekler
için çalıştı o da. Halkın âşıklarının türkülerini
büyük kentlere, başkentlere, başka ülkelere
ulaştırmak gibi bir görevi de üstlendi, bu daha da
güzeldi. Bazılarının seçkinler diye küçümsediği
türden biri olmadı, halkın türkülerini ağıdından
gülmecelisine değin hiç yüksünmeden söyledi,
gönül indirdi yani: “Ali’yi Gördüm Ali’yi”,
“Niksarın Fidanları”, “Cevizin Yaprağı”, “Niye
Çattın Kaşlarını” türküleri, deyişleri o yükseklerde
fısıltıyla gezinen sesinden süzülürken, fıkır
fıkır bir ezgiyle de “Samanlıktan kaldıramadım
samanı da Zühtü/Sana yandım Zühtü” diye,
derin Anadolu diye bilinmezlere benzettikleri,
oysa açık apaçık Anadolu’nun güleç sesli
türkülerinden birine yol açıyordu.
Şirindi görünüşü de gülüşü de, sesi de,
dünyaya iyilik etmek için gelmiş, iyilik eğitimi
almış biri gibiydi. Hiç gördüm mü, hayır!
Nereden biliyorum peki? Nereden olacak,
yaptıklarından ettiklerinden, yazdıklarından
söylediklerinden ve bunların bende
gençliğimden beri bıraktığı etkilerden, izlerden
elbette. “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada
imiş” dizesindeki sadanın hoşluğu, yalnızca sesin
güzelliğiyle sınırlı değildir, bütün bu iyiliklerle,
güzelliklerle birliktedir.
Kenan Evren ve generallerinin faşist
cuntasına karşı 1984 yılında imzalanan
“Aydınlar Dilekçesi”ni o baskı koşullarında
cunta liderine vermeye giden 6 kişiden biridir.
Bazıları imza attıkları o dilekçeden yırtmak
için sonradan postal yalarken Esin Afşar,
inandığı değerlerden milim ödün vermemiş,
yürekli olduğunu göstermiş ve ‘aydın’ sıfatını
sonuna dek hak etmiş bir Cumhuriyet kadınıdır,
Cumhuriyet’in sesidir. Yalçın Küçük de o bildiriyi
götüren 6 kişiden biridir, Esin Afşar ile birlikte
Bilgesu Erenus da vardır. Yalçın Hoca şöyle
yazmıştır ardından: “Şaka, sevinçtir ve Esin
hep şaka yapardı… Ne güzel birlikte yürüdük,
yürüyüşümüz esintilidir.”
Esin Afşar: Cumhuriyet’in esin kaynağı.

 

Yazarın Diğer Yazıları
Genç Osman Gibi Meşhur

“Böyle ikrar ile böyle yol ile/ vefasız yar bana lazım değilsin...” diye Türkçe çalıp Türkçe söylemeye başladı.

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku