“Kader dediğimiz şey bilinmezliktir. Bilmediğimiz bir şeyi yaratma, engelleme ve değiştirme imkânımız da yoktur”
Siz bir eğitimcisiniz, politikacısınız ve
hukukçusunuz. İki dönem milletvekilliği de
yaptınız. Son yıllarda art arda hepsi birbirinden
kıymetli kitaplar da yayımladınız. Eskiler derler
ya her şeyin bir zamanı vardır diye. Bodoslama
bir soruyla girmek istiyorum. Geç yaşlarda yazmanızın sebebini nasıl anlatıyorsunuz?
Düşünce dünyamda zamanın sonsuzluğunu
ve sınırsızlığını içselleştirdiğimden yapılan hiçbir
şey için geç kalındığına inanmayanlardanım. İnsanlar yeryüzünde yaşamaya başladıkları andan
itibaren bugün sahip olduğumuz her şeye sahip
olsalardı bilim ve teknolojideki ilerlemeden,
keşiflerden, icatlardan bahsedebilecek miydik?
Dünya ilk oluşumundan itibaren nasıl zaman
içinde değişime uğraya uğraya bugüne gelmişse
insanlık da evrimleşerek, bilim ve sanatla haşır
neşir olarak bu günlere gelmiştir. Bu süreç içerisinde de ateşi kullanmayı, tekerleği icat etmeyi,
buharlı makinaları yaratmayı becermekle kalmamış zamanı geldiğinde uzaya gitmeyi bile başarmıştır. Özetlersek, eskilerin “her şeyin bir zamanı
vardır” sözü boşuna söylenmiş bir söz değil.
Bana gelirsek, sorunuzda ne çok şeyle uğraştığım anlaşılıyor zaten. Güneydoğu Anadolu’nun belki de en unutulmuş, bir türküsünde
söylendiği gibi, gelenin ağladığı, gidenin ağladığı
bir coğrafyasında doğup büyürseniz fukaralığı
kucağınızda bulursunuz. Yaşamak için çalışmaktan başka şansınız yoktur. Ben de çalıştım.
Çünkü bir taşra şehrinde sadece yazarak ayakta
kalınamayacağını biliyordum ve yazma zamanımın gelmesini bekledim. Bu bekleyiş biraz da
hep en iyisini yapma isteğimden kaynaklanıyordu. Belleğimdekilerin yerli yerine oturmasını,
olgunlaşmasını ve zamanını bekledim. Zamanı
geldiğindeyse hiçbir zaman “geç kaldım, ah
yazacağım daha çok şey vardı” endişesine kapılmadan yazmaya başladım. Hâlâ yazıyorum ve
devam edeceğim. Çünkü belleğimdekileri okurla
paylaşmak gibi bir derdim var.
Kitaplarınız masamda, önümde duruyor.
“Kökünü Arayan Çınar”, “Tosbağa Avcısı”,
“Faili Meçhul Bebek”, “Taammüden”, “Yele
Yazılan Yazılar”, “Hasut”, “Namekân-Baba İshak’ın Uzun Yürüyüşü”, “Söyle Zilan ve
Ah Strug”a. Soruları hazırlarken nedense
kafamda durmadan dönen “Coğrafya kaderdir.” oldu. İbn Haldun’a ve Mukaddime’sine
atfedilen bu sözü bazen anlayamıyor, çoğu
zaman da olduğu gibi kabul ediyorum. Olumsuz gibi gelmesine rağmen modern insanın
beklentileri içinde olumsuzluk anlamını yitiriyor. Son çalışmanız olan “Sırları Taşlarında
Saklı Şehir ADIYAMAN” kitabınız için soruyorum: Coğrafya kader midir?
Kader dediğimiz şey bilinmezliktir. Bilmediğimiz bir şeyi yaratma, engelleme ve değiştirme
imkânımız da yoktur. Anne babanız, kardeşleriniz, genetik kodlarınız gibi şeyler kaderinizdir.
Tabii ki aidiyetiniz de kaderinizdir. İbn Haldun’a
atfedilen bu sözde kastedilen aslında aidiyettir.
Aidiyet duygusu güçlü bir duygudur. İnsanların
ailelerine, ülkesine, şehrine, mahalle ve köyüne,
aşiretine, hatta sokağına bağlılığı aidiyet
duygusuyla izah edilebilir. Aidiyete ait anılar
unutulmazdır.
Kimin söylediğini şu an hatırlamadığım bir
söz vardır “En iyi tarihçiler çocukluklarını ceplerinde taşıyanlardır.” diye. Buradaki “çocukluk”
sözcüğü yerine “aidiyetlerini” de koyabiliriz.
Aidiyet duygusu yüreğinde yer etmiş birisi için
elbette ki coğrafya kaderdir. Yaşar Kemal için
Çukurova, Necip Mahfuz için Kahire, William Faulkner için Mississippi, Abdulrazak Gurnah için
Zanzibar neyse benim için de Adıyaman öyledir.
Zagros Dağları’ndan Kargamış’a kadar
uzanan Kuzey Mezopotamya’nın Bereketli
Hilal denilen bölgesinin çekirdek noktası olan
Adıyaman insanlık tarihinin en eski coğrafyalarından biridir. 43 bin yıl öncesinde mağara
duvarlarına av hayvanı figürleri çizen insanlar
yaşamış. Hahhum, Kummuhu ve Kommagene
medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bu coğrafya; Hurrilerle, Mittanilerle, Hititlerle, Asurlarla,
Urartularla, Medlerle, Perslerle ve Selevkoslarla
da tanışmış. Gılgamış Destanı’nda adı geçen
sedir ormanları ve bu ormanların koruyucusu
Huvvava bu coğrafyadadır. Sümerler arpayı
mayalayıp bira yaptıklarında bu coğrafyada da
üzüm mayalanıp şarap yapılmış. Petrolü silah
olarak ilk kez Kommagene Kralı I.Antiochos
kullanmış. Süryanilerin Güneşi Mor Efrem bu
coğrafyadaki bir manastırda inzivaya çekilmiş.
Pavlikyen mezhebinin kurucusu Pavlus, mozaik
ustalarını piri Samosatalı Zosimos, ilk kez aya
seyahat hikâyesi yazan, hiciv ve ironinin büyük
ustası Samosatalı Lucianus Adıyaman coğrafyasının ürünleridir. Bu kadim coğrafyanın binlerce
yıllık kültür birikiminin üzerinde doğup büyümüş olan benim bu kültürden etkilenmemiş
olmam düşünülebilir mi?
Çocukluğumda gaz lambası ışığı altında
dinlediğim masal ve hikâyeler, soğuk ve uzun
kış gecelerinde babamın odasında sıcak odun
sobası etrafında döşeklere oturmuş Dengbejlerden dinlediğim kılam, stran ve çiroklar hâlâ
cebimde. Anlatılan mitolojik efsaneler capcanlı
olarak belleğimde duruyor. Küçük bir taşra kasabasındaki yaşantımı, bayram günlerini, cenaze
ağıtlarını, düğün şenliklerini, yazlık sinemaları
komşu damlarından gizlice seyretmeyi, duvar
diplerinde Tommiks, Teksas, Tex, Zagor ve
Karaoğlan okuduğumu, toz toprak içinde top
oynadıktan sonraki kavgaları unutabilir miyim?
Ayrıca sürgünler, yatılı okullar da cabası. Bütün
bunlar benim için sözlü anlatım geleneğinin doruk noktasındaki coğrafyamın birer hediyesidir.
Bu kadim coğrafyanın kadim kültürüne sahip
olup da yazmamak elde değil. Bütün eserlerimde bu kadim kültürden izler vardır.
Son romanım “AH STRUGA!”, Makedonya’nın
Struga kasabasında yaşayan Yunus’un hikâyesi.
Bu roman dikkatli bir eleştirmen tarafından
okunduğunda o da Kuzey Mezopotamya sözlü
anlatım geleneğinden izlere rastlayacaktır.
Son çalışmam “Sırları Taşlarında Saklı
Şehir-ADIYAMAN” prestij kitabı, kent bilinci
olmayan kentin seçilmiş ve atanmış yöneticilerinin duyarsızlığı, iş bilmezliği ve beceriksizlikleri
yüzünden her geçen gün kaybolan binlerce yıllık
tarihi geçmişimizin elde kalan mevcudunun
tespiti, kadim tarihinin bilinmesi, Adıyaman
coğrafyasının tanıtımı ve Adıyaman üzerine
çalışma yapacak akademisyen ve araştırmacılar
için bir kaynak kitap olarak hazırlandı.
Dört yıllık bir çalışma sonunda ortaya çıkan
bu eser benim için de kadim şehrime karşı
ödediğim bir vefa borcu olsun istedim. Umarım
amacına ulaşır.
Senin edebiyat dünyamızdaki cesur yanını hep takdir ederim. İlk şiir kitabın “Ay Işığı Karanlığı Yırtarken”i henüz 20 yaşındayken yayımladın. Gazetecilik yaptın, öğretim üyeliği yaptın… Yani hep yazının içinde oldun. Kitaplarına kitaplar ekledin ve hiç geri çekilmedin. Buradan başlayalım istersen… Öncelikle “geri çekilme” faslından başlayalım. Edebiyatta bu yıl 40. yılım. Bakmayın gencim diye ortalıkta dolaştığıma! Şiir […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku