Ataol BEHRAMOĞLU
Tüm Yazıları
Furûg Ferruhzâd
Ana Sayfa Tüm Yazılar Furûg Ferruhzâd

Tek amacı, “kendi” olmak…
Bir sonsuz günbatımında…

-Sevgili, unutulmaz Onat’a özlemle-

Çok yıllar önce, yanlış anımsamıyorsam 1960’ların sonlarına doğru okumuştum Furûğ Ferruhzâd’ın “Yeryüzü Ayetleri” adlı şiirini, Onat Kutlar ve Celal Hosrovşahi’nin olağanüstü güzel çevirilerinden:

O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
(…)
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından

Akılalmaz bir karabasan ortamıydı bu. Akılalmaz, dayanılmaz, derin bir karamsarlık:

Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün

O günden sonra zihnimden silinmedi bu dizeler. O sırada başka şiirini bilmiyordum ve hep merak edip durdum bu neredeyse gizemli dizelerin şairini ve başka şiirlerini.

Kimdi bu Furûğ?

Uzun şiirin yayımlandığı dergide biyografik bir not vardı büyük olasılıkla, ama ya dikkatimi çekmemişti ya unutmuşum.

Onun çağdaş İran şiirindeki en büyük “kadın şair” olduğunu sonradan öğrenecektim…

Sonra “Sonsuz Günbatımında”yla başlayarak şiir kitaplarının birbiri ardına dilimize çevrilip yayımlanmasıyla yakından tanıdık bu büyük şairi ve trajik yazgısını.

Şair, ressam, sinema ve tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Furûğ, 5 Ocak 1935’te Tahran’da doğmuş, 13 Şubat 1967’de yine Tahran yakınlarında bir trafik kazasında yaşamını yitirmişti.

Onu çağdaş İran (ve bence dünya) şiirinin en önemli şairlerinden biri yapan şiirlerinin yanı sıra, 32 yıllık yaşamına iki de film sığdırmış; bunlardan ilki, 1962’de yaptığı “Bir Ateş” adlı belgesel filmi İtalya’da Belgesel Filmler Festivali’nde birincilik ödülü kazanmış, 1963’te yaptığı “Kara Ev”, Ober Havzen Film Festivali’nde en iyi film ödülü almıştı.

“Sonsuz Günbatımında”yı, “Soğuk Mevsimin Başlangıcında”, “Yaralarım Aşktandır” ve “Bir Başka Doğuş” adlı şiir kitapları izledi. Sonrasında da çeşitli çevirmenlerce dilimize çevrilen şiirleri farklı adlı seçkiler olarak yayımlandı.

Bu büyük, sevgili şairin etkileyici gücü, öncelikle tutkulu söyleşinden, hayata tutku dolu bağlılığından geliyor:

Bütün gün gözlerimi diktim
Gözlerine yaşamın

(Yeşil Düş)

Ve bu hayatın yaşanılmaz kılınışıyla ilgili gözlemlerinin hakikiliğinden ve gözüpekliğinden:

Sanki ilk gülüşünde
Yaşlanıp gitmiştir bir çocuk…

(Gece Görüşmesi)

Koyu renk gözleriyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini

(Pencere)

Hayatın yaşanılmaz kılınışının toplumsal nedenleri belirgindir Furûğ Ferruhzâd’ın şiirlerinde. Fakat kimi yerde bu, daha da öte, evrensel, varoluşsal bir çığlığa dönüşüyor:

Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü

(Pencere)

Mektuplarından, kendisiyle yapılmış söyleşilerden ve 1956 yılında yaptığı bir “Avrupa Yolculuğu”nun “Bir Başka Diyarda” başlıklı “anı”larından oluşan “Dünya Sevmek İçin Çok Küçük” başlıklı bir kitabı da yayımlandı yakın zamanlarda. (Gri Yayınevi, derleyen ve çeviren K. Karabulut)

Özellikle “anı”larda özgün ve dokunaklı bir anlatı tadı duyumsanıyor…

Onlarda Furûğ’un çok yönlü yeteneğine tanık olduğumuz gibi, bir Doğu toplumunda özgür kimlikli bir kadın olmanın ne anlama geldiği, bunun için nasıl bir bedel ödemek gerektiği de görülüyor.

Bedenini, kimliğini, benliğini “keşf”e çıkmış bir genç kadın…

Sadece kendi ülkesinin değil, dünyanın ve belki tüm uzayın “yabancı”lığında, yapayalnız…

Tek amacı, “kendi” olmak…

Bir sonsuz günbatımında…

Yeryüzü Ayetleri

O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti

Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.

Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar

Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.

Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.

Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler

Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların

Utanmaz yüzlerinde orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi

Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.

Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.

Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.

Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.

Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.

Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.

Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.

Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki…
Ola ki… ama ne sonsuz boşluk…
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu…

Ah tutsağın sesi…
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi…

Son seslerin sesi…

Çeviri: Onat Kutlar – Celal Hosrovşahi

Yazarın Diğer Yazıları
“Göl” üzerine

Sanırım hemen herkes gibi zaman olgusu (ve kavramı) üzerine çocukluk dönemlerinden bu yana hep düşündüm. Daha önce de yazılarımda sözünü etmiş olmalıyım, on yaşlarımda ya da az sonrasında bir ara zihnime, zamanı durdurabilir miyim sorusu takılmıştı… Aynı yollardan gidip gelmek… Bir hareketi sabitleştirmek… Böylece sanki bir ân’ı, o en küçük zaman dilimini kalıcı kılarak sonsuzlaştırmak, […]

Devamını Oku
Öğrenmek

Hayatım öğrenmekle geçti. Kendimi bildim bileli öğreniyorum. Bundan şikâyetçi miyim? Hayır. Öğrenmek mi öğretmek mi diye sorsalar, hiç duraksamaksızın, öğrenmek derim. Öğrenmenin nesini mi seviyorum? Sanırım her şeyinden çok, sürecini. O süreç, tıpkı aşkta olduğu gibi, bilinmezlikler, güçlükler, keşiflerle doludur. Fakat yine tıpkı aşkta olduğu gibi heyecan vericidir. Sonrası mı? Sonrası da güzeldir kuşkusuz. Öğrendiğinizi […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku