Işığını, pırıltısını bıraktı geriye…
Onun adını söylemek bile insana hüzün veriyor. Furuğ… Oysa… Oysa adı; ışık, pırıltı anlamına geliyor. Tıpkı yüzü gibiaydınlık, ışık saçan bir sözcük… Furûğ Ferruhzâd, İranedebiyatının en değerli şairlerinden. Kısacık ömrüne
öyle çok acı, öyle çok aşk, öyle çok mutluluk, öyle çokdireniş yerleştirdi ki… Acılarını, hüznünü, aşklarını,sevinçlerini ve direnişini alıp bu dünyadan ayrıldığındasadece 32 yaşındaydı. Geriye dünyanın en güzel şiirlerini, kitaplarını ışığını ve pırıltısını bıraktı. Doğu’nun tüm bilgeliğini ve ağırbaşlılığını o güzel yüzünde taşıyan Furuğ, kadınlık hallerini, üstelik yaşadığı coğrafyada, kadını yok sayan, görmezden gelen, her fırsatta aşağılayan bir coğrafyada, bir sistemde dünyaya gelmişti (1935 Tahran). Evlendiğinde 17 yaşındaydı. Ah işte o şiir var ya o şiir… “günah işledim
lezzet dolu bir günah” dediği şiir: “titreyen esrik bir tenin yanında /tanrım ne bileyim ne yaptım ben/ o karanlık susku dolu zulada/ o karanlık susku dolu zulada/ baktım gözlerine gizemleriyle dolu/ gözlerinin çaresiz isteklerinden/ kalbim göğsümde çırpınıp durdu o karanlık susku dolu zulada / yanında darmadağın oturdum/ dudaklarıma heves döktü dudakları/deli kalbimin üzüncünden kurtuldum”
Ataerkil düzende bu şiir için cezalandırılacaktı. Çocuğu olduktan sonra eşinden boşanmayı göze aldığı için toplum ve eşi tarafından cezalandırılacak, hayatının sonuna dek çocuğundan mahrum bırakılacaktı. Kadınlık kimliğini sömüren, baskı altında tutan, aşağılayan bir düzene başkaldırmıştı. Yaşamda da, eserlerinde de. İlk şiir kitabı “Esir”, 1955’te yayımlandı. “Tutsak”, “Duvar” ve “İsyan” adlı şiir kitaplarının ardından, 1963’te “Bir Başka Doğuş”, Furûğ’un şiirinde bir dönüm noktası oldu. Sonra yarım kalan eseri “Soğuk Sezonun Başlangıcına İnelim”… Tamamlayamadı. 1967’nin 13 Şubat’ında o kaza… O trafik kazası… Gerçekten trafik kazası mıydı yoksa yoksa cezalandırılmanın bir başka yöntemi mi? Kimbilebilir ki!
“Yaralarım Aşktandır”… Kitabının adıdır. Ama onun kitaplarını okuyanlar, şiirini tanıyanlar, bilir ki, yaralar aynı zamanda erkek egemen düzenin baskılarındandır. Şahın despot yönetimindendir. İktidarların ayırımcılığındandır. Mollaların gericiliğindendir. Dinin siyasete alet edilmesindedir. Adaletin yok olmasındandır. “Ben şiirlerime kadınlığın tüm hallerini kattım.” derken gözleri yeryüzünün tüm hüznünü taşıyordu. O İran geleneksel şiirinden aldığı güçle gazeller de yazmıştı, despotları hicveden şiirler de, ayrımcılığı ortaya koyan dizelerde… İşte onlardan iki örnek şiiri: “Gel, ey erkek, ey bencil varlık / Gel, kafesin kapılarını aç/ Beni ömür boyu zindanda tutmuşsan eğer/ Bari bir anlık olsun serbest bırak.” Bir de şunu: “Ben yeşil buğday salkımlarını/ Göğsüme alarak sütle besliyorum. / Ses, ses, sadece ses, / Su akışının sesi/ Ve dişi toprak kabuğunun üzerine / Yıldız ışığının düşüş sesi/ Ve aşkın yayılma sesi/ Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.”
Geçen yıl İstasyon Dergisi için yazdığım bir yazıda 4 kadını, dört yazar ve şairi buluşturup konuşturmuştum. Tezer Özlü, Sylvia Plath, Furûğ Ferruhzâd ve Nilgün Marmara… Şöyle demiştim: “Farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde doğdular, yaşadılar, yarattılar ve öldüler. Ama öyle ya da böyle, bence bu dördünün de bir ‘ruh
kardeşliği’ vardı…” Her biri dünya edebiyatını zenginleştirdiler. Çok, çok erken gittiler. Geriye, sözleri ve sesleri kaldı.
En iyisi bu yazı Furûğ’un bir şiiriyle bitsin:
“dar gecemde ne yazık
rüzgâr yapraklarla buluşuyor
dar gecemde
çöküşün ızdırabı yaşanıyor
dinle!
karanlığın esintisini duyuyor musun?
ben bu mutluluğa yabancıyım
ben umutsuzluğuma tutkunum
dinle!
karanlığın esintisini duyuyor musun?
gecede bir şeyler geçiyor
ay, kıpkırmızı perişan
yas tutmuş bulutlar
çökmekte olan bu damın üzerinde
sanki yağmur anını bekliyorlar
sadece bir an,
ve sonra, hiç
şu pencerenin arkasında gece titriyor
ve yeryüzü dönmekten vazgeçiyor
şu pencerenin arkasında
bilinmeyen bir şey
bizi merak ediyor, beni ve seni
ey yeşil
baştan aşağı yeşil!
âşık ellerime bırak ellerini
yakıcı anılar gibi
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusu gibi
aşık dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi alıp götürecek
rüzgâr bizi alıp götürecek”
İşte kasım ayı da bitmek üzere… Yapraklar döküldü çoktan; dünyanın başındaki savaş derdi, ayırımcılık, yoksulluk derdi, şiddet derdi, kin-öfke-intikam derdi bitmek bilmedi… Önümüzde aralık ayı. Her 1 Aralık, bu ülkenin en güzel insanlarından, en iyi şairlerinden, en değerli arkadaşlarımdan biri gelir karşıma dikilir. O güzel insan Refik Durbaş’tır. Onu 1 Aralık 2018’de sonsuzluğa yolcu ettik… […]
Devamını OkuBundan birkaç yıl önceydi, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını birtakım yetkililer adeta yok saymak ister gibiydiler. Koca koca adamlar tam da 29 Ekim günü hastalanıyor, merdivende ayağı kayıp düşüyor, tam da o tarihte yurtdışında olmaları gerekiyor, bunlara benzer şu ya da bu nedenle bir türlü kutlamalara katılamıyorlardı. Hani Cumhuriyet tarihimiz boyunca süregelen ileri-geri savaşında, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamazlarsa […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku