Gideceği yere peşinden giderdim. Onunla tanışır, konuşurdum. Nasıl bir tepki ile karşılaşacağım umurumda değildi. Mutluluğu paylaşmayı becerememiştim belki acının elinden tutabilirdim.
Onunla her sabah, tam 8.35’te karşılaşıyorduk. Tesadüf bu ya, ben hep yarım dakika süren kırmızı ışıkta bekliyordum. O, sol yanımda yavaş çekilen bir tespih gibi uzayan trafiğin sonuna ekleniyordu. Güzel, temiz bir otomobilin içinde güzel, temiz bir yüz. Sarıyla kahverenginin yumuşacık birleştiği bir renkle dökülen uzun bukleli saçlar. Gözüne değil başına taktığı güneş gözlüğü, bereketli bir burçak tarlasında kaybolan korkuluğa benziyor. Kimi
pembe, kimi kırmızı boyalı dudaklarında sabahları nadir görülen bir gülümseme. Ne genç, ne mutlu, ne güzel bir kadın!
Aslında trafikte beklerken araçlara ya da içindekilere bakmam. İçimi kıpırdatacak bir şarkı denk gelir umuduyla ya radyo istasyonunu değiştiririm ya da sanki yeni bir şeye rastlayacakmışım gibi torpidoyu açıp kapatırım. Arkada oturan kızımın bitmeyen sorularına biraz daha kulak kesilir sonra aynı üstünkörü yanıtları veririm. Her sabah birbirine benzer. Her sarı ışıkta biri kornaya basar, her gün otomobil camından gergin bir el çıkar, radyoda hepsi birbirine benzeyen şarkıların arasına manasız sohbetler, abartılı kahkahalar sıkışır. Kızım, her sabah saçına başka bir
toka istediği için ben taranmamış saçlarımı lastikle atkuyruğu yaparım, aynı eşofman altı ve spor ayakkabıyla apar topar evden çıkarım. Evle okul arası süren yol, hava yağışlıysa ya da kalbim her zamankinden yorgunsa biraz daha uzar.
Sokaktakiler, sabahı akşama kavuşturmak için gönülsüz bir ivedilikle koşturup durur. Gökteki kuşlar aşağıdaki uyumsuz canlılara burun kıvırarak bakar, bulutlar artık kimsenin bir şeye benzetemediği şekillere girer. Yakıt yine bitiverir, kredi kartı puanları yüklenmez, ev yine kirlenmiştir. Kocan işten yorgun gelir, kızının ödev saatinde yine
karnı ağrır, elektronik posta kutun başvurduğun işyerlerinden gelen yanıtlarla değil kampanya postalarıyla dolmuştur. Yaşın hızla ilerler, mesleğin de gri eşofmanın gibi her gün eskir. Zamanında herkesin hayran kaldığı gülüşün, nereye koyduğunu unuttuğun bir eşyan gibidir.
İşte bu gri aynılık içinde sabahı kızıla, safrana, çağlaya, eflatuna boyayan birini görmek… Başlarda şaşkınlık sonra şiddetli bir imrenme yaşamıştım. Sabahın bu saatinde saçları nasıl böyle parlıyor, kirpikleri nasıl ok ok uzuyor, taze bir meyve gibi renklenmiş dudakları nasıl böyle gülümsüyordu? Aracının içi benimki gibi bayat sigara değil eminim
boynundan yayılan yasemin, nergis belki de turunç gibi kokuyordu. Direksiyona ritim tuttuğu parmaklarına bakılırsa kulakları bana rastlamayan o güzel şarkılara rast geliyordu.
Migrenimin tuttuğu, başımın içindeki yıldırımların göz pınarlarımdan aktığı o sabah, ikişer ritmik saymayı bir türlü öğrenemeyen kızımla birlikte “ikii, döört, altıı” diye sayarken mırıldanmışım:
“Muhtemelen gözünü açar açmaz iki farklı kahvaltı hazırlamamış, çocuğuna rengini beğenmediği çoraplardan sonuncusunu tehditle giydirmemiş, kocana yerini bir türlü öğrenemediği vitaminlerden vermemiş, kedinin suyunu
tazelememiş, çıkarken de çöpü çıkarmamışsındır. Üstelik gidecek bir işin, kendine ait bir masan bile vardır. Senin gözlerin parlamayacak da benimki mi parlayacak!”
Kızımın; “Anne ne diyorsun?” diyen sesiyle, içimde derinlerde bir yere gizlenmiş mavilik ayaklandı, beni omuzlarımdan tutup sarstı. Bu hoyrat, bu bencil kadın kimdi? İnsan, mutluluğu kıskanır mıydı? Paylaştıkça, sırtlandıkça, onayladıkça, el verdikçe büyüyen bir şey için kurulur muydu? Kendi eskiliğinin bahanesini bir başkasının tazeliğinde bulur muydu? Utanmıştım.
Gün boyu düşünüp bir karar verdim. Sabahları karşılaştığım bu gülümsemenin üzerine artık kendi hayatımın somurtkanlığını koymayacaktım. Aksine bunun için mutlanacak, tanımadığım bir insan için daha fazla güzellik dileyecektim. Gözlerindeki pırıltıdan ilhamla, yirmi dört saatimin içine gizlenmiş ışıltıyı arayacaktım. Bulabileceğimden emin değildim ama yarın karşılaşırsak bu kez camı açıp ona gülümseyecektim. Görmese de olurdu. Ben gülümseyecektim!
Ertesi sabah, saatin alarmını ertelemeden kalktım. Evdeki sabah rutinlerinden önce kendime çeki düzen verdim. Yüzüme baktım, saçlarımı taradım, eşofman yerine pantolon giydim, dudaklarıma ruj bile sürdüm. Kocam aynada
gülümseme provası yaparken beni yakaladı, kızaran yanaklarıma ne zamandır kondurmadığı öpücüğü bıraktı. Kızım, giyecekleri için mızmızlanmak yerine okulda yaptığı renkli makarna kolyesini boynuma taktı. Evden şaşırtıcı bir şekilde neşeyle çıktık. Dün, onun haberi olmasa da düşüncelerimle ayıp ettiğimi düşündüğüm kadına gülümseme planım, ev halkını da etkilemişti.
Yol uzadıkça uzadı. Heyecanım camları buğuladı. Gülümseyecektim, hem de tanımadığım birine. Az şey miydi bu? Işıklara yaklaştım, bu kez kırmızıda duracağım için mutluydum. İşte geliyordu. Yeşili yakalamış ama yine solumdaki
zincire halkalanmıştı. Yavaşladı, durdu. Derin bir nefes aldım. Her zaman başında olan gözlüğü gözündeydi bu kez. Şaşırdım. Saçları rengi solmuş bir yün çilesine benziyordu. Sabahımı tazeleyen gülümsemesi ise o dudaklara hiç yerleşmemiş gibiydi. Gözlüğünü çıkarıp, yukarıdaki aynayı indirdi. Aceleyle elindeki boyalı süngeri kim bilir kaçıncı kez sürdü, taze morluğun üzerine. Biraz da kanı çekilmiş dudaklarının kenarındaki yaraya. İçimde tuttuğum nefes de acemi gülüşüm de buza kesti. Günlerdir sabahlarıma umutla dokunan bir gülüş, henüz ona teşekkür edemeden solmuştu. Kalbimin gümbürtüsü geçmemişti ki elindekini koltuğa atıp, önünde hareket eden araçların peşi sıra ilerleyiverdi.
Arkamdakiler tüm güçleriyle kornalarına asıldıklarına göre sarı ışık yeşile dönmüştü. Aldırmadım. Dikiz aynasından güzel, temiz aracının plakasını okumaya çalıştım. Yol boyu kızımla onu bulma ihtimalimi tekrar ettik. “Dee, ree, yee.
İkii, döört, altııı.” Olmadı yarın kızı okula biraz daha erken bırakır, aynı saatte burada olurdum. Gideceği yere peşinden giderdim. Onunla tanışır, konuşurdum. Nasıl bir tepki ile karşılaşacağım umurumda değildi. Mutluluğu paylaşmayı becerememiştim belki acının elinden tutabilirdim. Gülüşüm olmasa da eskimiş hukukçuluğum işe
yarardı.
1930 yılının sonları. Mustafa Kemal Atatürk, milletvekili ve bürokratlardan oluşan bir grupla dört ay sürecek bir yurt gezisine başlıyor. Gezi boyunca yanındakilerle sıkça sohbet ediyor, yeni kurulmuş bir devletin aydınlık yarınları için neler yapılabilir, onlarla birlikte düşünüyor. Her düşünce, her soru, her yanıt onun için altın değerinde. Yine bir gece, ufuk açıcı sohbetlere ev sahipliği […]
Devamını OkuÇocuk, okuldan eve döndüğünde kapıyı her zamanki gibi ritimli değil, alelade bir misafir gibi çaldı. Kapıyı açan annesini öptü, elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirmek için odasına gitti. Evi saran kurabiye kokusu bile onu neşelendirmemişti. Pencereden başını uzattı. Gökyüzü sonbahara yaraşır grilikteydi. Gördüğü bu rengi ilk kez kalbinde hissediyordu çocuk. Öğretmeninin son derste yaptığı duyuru her […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku