Nurten Geroğlu
Tüm Yazıları
Lafügüzaf
Ana Sayfa Tüm Yazılar Lafügüzaf

Biz vazgeçişlerin
çağındayız, Nazım nasıl pusula olabilir ki?

Uzun zaman sonra okuma için kendime geniş bir zaman ayırma fırsatı yakaladım. Bekleyen ve merak ettiğim o kadar çok kitap birikmiş ki. Kütüphanemde ilk gözüme çarpan kitap “Tanıdığım Nâzım Hikmet” oldu…

Kitabı soluksuz okudum. Ve şaşkınım. Nâzım özgürleştiğinden beri hakkında yazılanlar, onun yazdıkları, tiyatrolar, sinema ve belgesel filmleri o kadar çoğaldı ki, Nâzım’a duyduğumuz açlık farkında olmadan onu doğru algılamamızın da önüne geçmiş. Onu ikonikleştirirken mücadelesini, hislerini, aşklarını, kaçışlarını, gelişlerini göz ardı edip finalinde kalmışız. Şiirlerini okurken fikirleri hakkında kafamızı yormuyoruz. Onun şiirlerini kendisinden böyle uzaklaştırmaya devam edersek maalesef şiirlerini de öksüz bırakmış olacağız…

Aslında yıllardan beri Nâzım’ın bu denli tüketilmesine içerliyorum. Okuduğum bir kitapla yüzleşmedim. Okuduğum kitap sadece Nâzım’ı bir birey olarak tanımanın ve şiirini yaşatmanın kaynaklarından biri sadece.

Kitap bittikten sonra kendi kendime bu mevzu üstüne tartışırken ne kadar zamanın geçtiğini fark edemedim. Günün en renkli saatinden gecenin en derin boşluğuna sadece Nâzım’la akıp gitmiş zaman. Bitirdikten sonra koltuğumun yanı başına bıraktığım kitabı kütüphaneme götürürken kapakta yer alan ve ilk okuduğumdaki gibi aynı etkiyle içimi sızlatan o cümleyi de sizinle paylaşmak istiyorum. “ …Öldüğüme yanmam da, buralarda gömerler, ona yanarım…”

Uyumadan önce bir bardak su almak için mutfağa gittim. O sırada nereden geldiğini ilk anda kestiremediğim bir ses duydum ; “Ben, alacakaranlığında son sabahımın/dostlarımı ve seni göreceğim…” sesin salondan geldiğini fark ettiğim an ise hızlı adımlarla salona doğru yürüdüm ve İlham Perisi’ne doğru tebessümle şiiri okumayı kestiği yerden devam ettim.

“ ve yalnız/ yarım kalmış bir şarkının acısını /toprağa götüreceğim”…

İlham Perisi şiirle ona katılmamı şaşkınlıkla karşıladı. Ne bir sitem, ne bir şaşkınlık, ne de soru… Elimden tutup benimle birlikte balkonda yer alan çalışma masama doğru yürüdü. Renkli ışıklarımın altında yüzündeki ifadeyle ne kadar da masalsı durduğunu söyleyecektim ki “Beni mi bekliyordun?” diye sordu. İlham Perisi’yle benden başka konuşan varsa lütfen söylesin, sizin periniz de şapşallaştığında çocuk gibi mi oluyor? Benim İlham Perisi tamda öyle oluyor. “Sürpriz oldu gelişin.” Daha ciddi bir ifadeyle “Neden şaşırmadın?” diye sordu. “Dur hemen bozulma, evet beklemiyordum ama artık alıştım bu gelişlere. İtiraf etmeliyim ki şiirle gelişin etkileyiciydi.” dediğimde yüzündeki
rahatlamayı herkesin görmesini isterdim. Gerçekten çocuk benim Peri…

Biraz sohbet ettikten sonra Perimin bir Nâzım şiiriyle gelişiyle aslında günümü nasıl geçirdiğimi bildiği düştü aklıma. “Sen ne zamandan beri buradasın ve neden görünmedin?” diye sordum. Peri muzip bir beden diliyle ve kabahatli bir sesle “Aslında kitabı ben seçtim. Biliyorum zihninde böyle gezmeme kızıyorsun. Kızmadan önce seninle Nâzım’a bir yolculuk yapmak istediğim için olduğunu bilmeni isterim.” dedi. Kaşlarımı çattım, sinirle gözlerinin içine baktım. Gözlerini benden kaçırarak camdan dışarı baktı. O anda kısık bir sesle “İyi ki yapmışsın.” dedim ve gülümsedim. “İyi ki!” diye şaşkınlıkla ve heyecanla bana doğru çevirdi başını. “Ama bu seferlik.” dedim ve “ Eee nereden başlıyoruz ?”diye sordum. Peri “İnebolu’ya.” dedi. “İnebolu mu? İyi ama…”

“Lütfen bunu tekrar yapma Peri!” Tam sorumu soracakken yine elini uzattı ve beni İnebolu’ya doğru ağır yol ilerleyen eski bir geminin güvertesine getiriverdi. Peri ona daha fazla kızmamam için dikkatimi dağıtmaya çalışarak işaret parmağını olabildiğince ileri uzattı ve “Bak İnebolu…” diyerek yüksek sesle haykırdı. Şimdiki gibi değildi İnebolu… Yeşili ile şimdilerde soluk. Ama burası, kıyıdan hemen yükselen bu yeşil, bir deniz feneri gibi parlak ve cazibeli. Büyük bir zümrüt kaya parçası gibi. Denizin üstünde resmi çizili sanki. İnebolu’nun bu ihtişamlı güzelliğine bir süre daha baktıktan sonra geminin güvertesinden gelen ve birazdan kırılacakmışçasına ürpertici ahşap gıcırtısıyla irkildim. Geminin adı “Yeni Dünya”ydı. Emektardı ve umut taşımaktaydı. İlham Perisi’ne “O nerede?” diye sordum, Peri kaptan köşküne doğru uzanan merdivenleri göstererek yürümeye başladı. Ahşap bir sandalyeye oturmuş, yaza yaza küçülttüğü kurşun kalemiyle bir şeyler yazıyordu. Kalpağı hemen masanın üstünde ve yanında duran kaptanın gözleri ise buğuluydu. Merakla kâğıda düşen kelimeleri seyrediyordu. Kaptan belki ilk defa kaptan köşkünde denizden bu kadar gözünü almış ve başka bir yere dikkat kesilmişti. Nâzım yazmayı bitirince kâğıdı kaptana uzattı, kalpağını alıp başına koyarak yüzünü bize doğru döndü. O an durdu dünya, dindi hareketler ve sustu sesler. Gözlerinin etrafında bütün renkler soluktu. Heyecanlı, genç ve inatçı gözler. Hem güven veren, hem de tüm hisleri
saklayan gözler… Nâzım yanımızdan geçip gitti…

İlham Perisi “Kaptana yazdı acaba?” diye sordu. “Kaptan zor bir yolculuğun onu beklediğini bilerek Nâzım’a para verdi. O da kaptana bir şiir yazarak teşekkür etti. Biliyor musun Nâzım’ın ömrü boyunca ödeyemediği, ödemek için geç kaldığı tek bedeldir o para.” dedim. Bir süre sonra vapur limana yanaştı. Vâlâ Nûreddin ve Nâzım İnebolu’da Ankara’dan onay bekleyen insan kalabalığının içine karıştı. İlham Perisi “Takip etmeyecek misin?” diye sordu. “Hayır… Biz Nâzım için her şeyin başladığı ana şahit olduk. Bundan sonrası heyecanlı bekleyiş, zorlu yolculuk ve Ankara, milli mücadele…” dedim. İlham perisi “ O zaman hazırsan başka bir yere gidebiliriz.” diyerek elini uzattı. Nâzım’ın genç ve hevesli adımlarını birkaç saniye daha süzdükten sonra Perimin elinden tuttum…

Tavanı tellerle örülü geniş bir avluda paçaları çorapların içine saklanmış, sırtları terli ve meşin yuvarlağın peşinde koşan insanların heyecanlı sesleri duvarları delip geçiyordu. Duvarın hemen bitişiğinde yükselen gözetleme kulesinde boynunda çapraz tüfeğiyle duran asker ise avludaki futbol maçını merak içinde takip ediyordu. Oyunculardan biri “Orhan yeniliyoruz gel!” diye koşar adım sırtlarını duvara vermiş ellerinde kâğıt ve kalemleriyle çömelmiş iki kişiye doğru koşmaya başladı. Yüzlerine vuran güneşe elini siper ederek kâğıttan kafasını kaldıran, ince bıyıklı genç adam “İşimiz var.” diyerek kendisine koşan arkadaşına seslendi. Yanındaki de kasketini hafifçe düzelterek bir tebessümle avluda top oynayan adamlara doğru baktı. Hemen İlham Perime dönerek heyecanla “Onlar…” İlham Perisi sözümü keserek “Evet Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet.” dedi ve yanlarına doğru yürümeye başladı. Burası Bursa Cezaevi… Burası Nâzım’ın güneşin etrafında dünyanın dönüşünü saydığı yer. Yanlarına gittiğimizde Nâzım, Orhan’a “ Daha sonra devam ederiz Orhan. Sizinkiler maçı kaybedecek.” dedi. Nâzım’ın teri daha soğumamış, nabzı yüksekti. Oyundan kısa bir süre önce çıktığı belliydi. Orhan yanından ayrılınca gözünü dikti gökyüzüne. Tel örgüleri delip geçti özgürlük düşleri. O gökyüzüne ne kadar baktıysa o kadar kaldık yanında. Etrafında Orhan, İbrahim… Bir yanında tuvale çizilen dünya, diğer yanında gerçekler, kelimeler, dizeler… Ve bitti maç. Sıra sıra girdiler demir kapıdan. En son Nâzım girdi içeriye. Kapı kapandı, Nâzım kapıdaki parmaklıkların arasından son bir kez daha dışarıya doğru baktı… İnsanlar gidince sesleri kaldı. İlham Perisi “Bir yer daha var, hazır mısın?” diye sordu. “Hazırım.” dedim…

Deniz bu kıyılarda, bu saatlerde kıyıdan esen rüzgârla açığa doğru çalkalanır. Ama bugün değil… Bugün hem dalgalar kıyıya yanaştırmıyor, hem rüzgâr durdurmuyor. Kimse yok kıyıda. Ama ben biliyorum, birazdan gelecek biri ürkek adımlarıyla. Birazdan gelecek biri ciğerlerini patlatırcasına içine çektiği nefesle. Ve birazdan gelecek biri önünden çok arkasına bakarak… İlham Perisi heyecanla Nâzım’ın yolunu gözlerken ben denize dalıp gittim. Denizde seyir hâlindeki her tekne içimi sızlatıyordu. Perim bir süre sonra omuzumdan dokunarak “İşte orada” dedi. Kıyıya vardı Nâzım. Sonra tekne yanaştı. Keşke bir şey olsa. Olsa da aynı masallardaki gibi, filmlerde olduğu gibi geri atlasa
kıyıya ve beraber el sallasak hiç binmediği tekneye. Çıkarsa kâğıdı kalemi Nâzım; hasretle değil, ayrılıkla değil, umutla sıralansa dizeler… Olmadı… Gitti Nâzım. Şiirinde bahsettiği gibi “Gayrısı… Lafügüzaf…”

Eve döndüğümde bir yaz zamanı üşüdüğüm o son vedada kalmıştım. Sonra göz göze geldim kütüphanemde yer alan Nâzım şiirleriyle. Elim gitmedi, alıp okuyayım. Nâzım için hep “bedel ödedi” denmekte. Sevginin bedeli böyle olur mu? İnsanı, toprağı sevmenin bedeli çalınmış bir yaşam olur mu? Şimdi onu şiirlerinde arıyoruz. Sözlerinde,
dostlarının anılarından tanımaya çalışıyoruz. Kendi kırgınlıklarımızın üstesinden gelemedikçe Nâzım’ı anlamak nasıl mümkün olabilir. Biz vazgeçişlerin çağındayız, Nâzım nasıl pusula olabilir ki? Önce kendimizi, sonra çağımızı dönüştürüp Nâzım gibi büyük düşüncelerin parçası olabiliriz belki. Karlı kayın ormanında sarı sıcak bir pencere, Gülhane’de sırdaş ceviz ağacı ve dörtnala gelip yerleştiğimiz bu kısrak başı hep hasret kalacak Nâzım Hikmet’e.
Gayrısı lafügüzaf…

Yazarın Diğer Yazıları
Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Devamını Oku
Güneşi Tutmak

Ekimin son günleri yaklaştığında hemen hepimizin bildiği, muhakkak bir yerde gördüğü “Biz Cumhuriyeti Böyle Kazandık” yazan o meşhur fotoğraf aklıma gelir. O fotoğraf biz olmanın ne demek olduğunu anlatan eşsiz bir anın ölümsüzleşmesidir. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi fotoğrafın her karesinde görüyorsun. Kucağında top mermisiyle ve tuttuğu sancağı ile kadınlar, savaş sırasında kamyonla yarışan kağnılar, pantolonu […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku