“Savaş, insan soyunun en korkunç en pis, en alçak icadıdır.”
Yaşar KEMAL
taşırsanız, ağaç meyve vermez olur. Verse de kendi
yerindeyken vereceği kadar güzel olmaz. Bu, doğanın
kanunudur. Bence, ülkemi terk etmiş olsaydım,
aynen o ağaç gibi olurdum.”
Abbas KİYARÜSTEMİ
“
L
ozan Mübadelesi”nin 100’ncü yılı da
çıka geldi işte… Cumhuriyet’in 100’ncü
yılıyla birlikte… Göç etmek zordur,
doğup büyüdüğün toprağı terk etmek insanda
travma yaratır. Ege adalarından Anadolu’ya,
Batı Anadolu’dan Yunanistan’a gitmek zorunda
kaldı Lozan Mübadilleri. Aradan 100 yıl geçti,
koca bir asır… Şimdi evlatları ve torunları yaşıyor
mübadillerin. Tüm mübadillerin anılarına saygıyla
iki yakadan iki kadın öyküsü anlatıyorum.
İstasyon’umuz bu kez Ege sularında… Yazı
katarımız Ege’nin hüzünle kaplı tarihi sahil
istasyonlarından birinde.
Gönül kırılıp göçmemelerini isterdi. Gönül
doğduğu topraklarda büyüyüp yaşamalarını isterdi.
Gönül paskalyalı, ramazanlı, şabatlı, cem törenli,
siestalı ve daha pek çok güzel günlerin aynı sokaklarda aynı zamanlarda yan yana yaşanmasını isterdi. Ama gönüllerin arzu ettiği olmadı. Onlar gittiler
şehirler eksik kaldı, öksüz kaldı. 90 yıl boyunca
acıda ve kahırda çok şeyler yaşandı… Olan Yunan
dilinde konuşan Hıristiyan ahali ile Türkçe konuşan,
Türk olan Müslüman ahaliye oldu.
100 yıl önce 100 yıl sonra
“Kimseyi toprağından ayırmayın”
Hayat işte savaş gelir, kan gölüne dönüşür
topraklar…
Sonra taraflar imza atar… Derken kalabalıklar
için göç kararı verilir…
1924’ün Ocak ayından itibaren bir mübadele,
yani takas başlar ki filmlere, romanlara konu olacak
kadar…
Cumhuriyet’ten hemen önce imzalanan Lozan
Antlaşması Türkiye topraklarındaki Rum ahalinin
Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslüman ahalinin
de Anadolu topraklarına göçünü zorunlu kılıyordu.
İzmir çoktan yanmış, kül olmuş, yakılmış, harap
olmuştu. Anadolu’nun dört bir yanındaki savaştan
çıkmış ya da taraf olmuş Rumlar, geleceğine dair
bir beklentiye ve bir hayale girmişti. Karşı yakada da
Türk-Müslüman topluluklar aynı merak içindeydi.
İşte o ocak günlerinden itibaren tarihin en büyük
göçü başladı. Dört bir bölgede ve tabii ki en çok da
İzmir merkezde toplanan Rumlar, salkım saçak gemilere dolup daha önce hiç bilmedikleri topraklara
doğru yol aldılar.
Ardı ardına gittiler fotoğraflar kaldı…
Birer birer terk ettiler geniş balkonlu, bahçeli
evler kaldı…
Ağladılar, sarıldılar, vedalaştılar, hatıraları
kaldı…
Yeni bir ülkeye, yeni bir şehre gitmek durumundaydılar…
Geriye “Bulamazsın yeni bir ülke, bu şehir arkandan gelecektir” diye yazılmış dizeler kaldı…
Selanik ve Adalar’dan Müslüman Türkler de, yine
gemi ya da sandallarla Anadolu’ya göç ediyordu
1924’te.
Her iki topluluk da evinde ne varsa paraya çevirmiş, yükte hafif pahada ağır saydıkları eşyalarıyla
doğdukları toprakları terk ediyordu.
Anadolu’ya gelen Müslüman Türklere yurdun
pek çok merkezinde yer işaret edildi. Tarıma, hayata
karıştılar. İlk yıllar hüzünlü ve zor geçse de kaynaşıp
gittiler. Ama “muhacir” diye anıldılar. Uzun süre
iş-güç edinemediler ve bazen kırıldılar.
Rum ahalinin de Yunan topraklarına varışı, kalışı,
uyumu çok zor oldu. Adalar’a, bir de başkent Atina
ile Selanik’e vardıklarında açıkçası hoş bir selam bile
alamadılar.
Dillerini, dinlerini, kültürlerini alay konusu
yaptılar. Aylarca limanlarda bekletildiler. Yer yurt
göstermediler. Ve daha neler neler. Kaybolanlar,
ailesini kaybedenler. Göçte telef olanlar.
Tabii ki her iki yakada da göç etmeyenler olmuştu bir biçimde…
Sonraki yıllar, kalanlar için de hiç de kolay
zamanlar olmayacaktı. 2. Dünya Savaşı’nın yıkıcı
etkisi tüm dünyayı olduğu gibi her iki halkı da
yoksullaştırmıştı. Bir yandan da Türkiye’de 1944
yılında azınlıklara uygulanan varlık vergisi bütün
azınlıklar gibi ticaret yapan Rumları da etkileyecek
ve Atina’ya, Yunanistan kentlerine göç yeniden
başlayacaktı.
1950’lerden itibaren ise yeni bir kriz gündeme
gelecekti. Kıbrıs! Akdeniz’in ortasındaki bu cennet
ada iki ülke arasında temel mesele olacak ve Türkiye
ile Yunanistan arasında yaşanan her kriz İstanbul’da
ya da Batı Trakya’da kendine hayat kurmuş Rumlara
ya da Türklere yansıyacaktı. Olan, eriyip kaybolmaya yüz tutan bir kültüre, bir kardeşlik atlasına
olmuştu. 1955’in 6-7 Eylül’ünde Kıbrıs sorunu
bahane edilerek İstanbullu Rumların işyerleri talan
edilecekti. Bu arada o günlerde futbol dünyasının
efsanevi ismi Lefter Küçükandonyadis’in evi de taşlanacaktı. Ama hayata bakın ki 2012’de yaşamını yitirdiğinde görkemli ve duygusal bir cenaze töreniyle
Türkiye halkı tarafından uğurlanacak ve doğduğu
topraklara, çok sevdiği Büyükada’ya defnedilecekti.
60’larda Kıbrıs’ta yaşayan Türklere kayıp üstüne
kayıp verdirilecek, 1964’te Yunan pasaportlu İstanbullu Rumlar zorunlu göçe tabi tutulacak ve bu
siyasi gerilim her iki taraftan halkın acılar yaşamasına neden olacaktı…
Dostluk ve barış yanlılarının sesi ise çok az duyuluyordu, duyulacaktı.
74’te Kıbrıs çıkarmasının ardından iki ülke
arasında soğuk rüzgârlar esecek, her iki halkın mağduriyeti daha da artacaktı.
74 Kıbrıs Savaşı sonrası Atina’ya, Selanik’e ve pek
çok Yunan adasına çokça göç oldu…
Bazen zorunlu, kimi zaman da psikolojik…
Zaman içinde Türklerin de Anadolu’ya göçü hep
devam etti aralıklarla olsa da.
Her iki halk da kendi dillerinin konuşulduğu o
kentlere vardıklarında mutlu olamayacaklardı. Her
kesimden, her toplumdan kafatasçının baskısını
sineye çekerek komşu, arkadaş hasreti çekecek,
doğup büyüdükleri topraklarını hep arayacaklardı.
Kökten milliyetçiliğin cenderesi her iki tarafta da
sürmekteydi. Türk tohumu ya da muhacir diye
aşağılandı her iki tarafta. Bu arada her iki halkın
arasına sokulmaya çalışılan düşmanlık ateşinin
üzerini, her iki ülkenin aydınları, barış yanlıları
zeytin dalıyla örtmeye çalışacaklardı. Şarkılar,
türküler bestelenecekti.
Hayat işte, acı, kahır ve tuhaflıkla gelip geçen
zamanlar…
İşte bu yüzdendir ki daha 12 yaşındayken 1924
mübadelesine karışıp ailesiyle Atina’ya yerleşen
Aydın-Şirince doğumlu Dido Sotiriyu, o günleri ve
sonraki zamanları insanlık destanına dönüştüren
bir roman yazacaktı…
Diyecekti ki “Benden Selam Söyle Anadolu’ya.”
Ve savaşın kardeşin kardeşi kırmasından, cellâtlardan, komşuları Recep’ten, Ayşe’den söz edecek ve
pek çok acıyı ama sevgiyi barışı anlatacaktı. O destan da Anadolu’da ve Yunanistan’da çok okunacak,
çok ağlatacaktı.
Ve tabii ki o destanı doğduğu topraklara geri dönüp gömülmek isteyen koparılmış iki milyon çiçek
diye tanımlanan tüm mübadiller için yüreklerine
nakşedecekti.
Dido, diğer göçmenlere göre şanslıydı… Çünkü
ailesi varlıklıydı.
Ama kitabında da anlattığı gibi bir buçuk milyon
Rum, önce kamplarda kalmış, sonra yarımadaya
dağılmış, yoksulluk yaşamış, aşağılanmış, isyankâr
müziklerine Rebetiko’ya sığınmış ve her kurdukları
mahalleye Anadolu isimleri vermişlerdi…
Dido’nun hikâyesi aynı dili konuştuğu milyonlarca göçmenin yürek sızısını da kapsıyordu,
doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmış olmanın
hasretini de. Dido’yla aynı tarihlerde yani 1924’te
bu kez Girit Adası’ndan Ayvalık’a, Türkiye topraklarına göçmek zorunda kalan Hüsniye Yatkan da,
toprağından edilen milyonlarca insan gibi benzer
bir trajedi yaşayacaktı. Hüsniye Yatkan’ın çocukluk
hatıraları tabii ki neşe ve mutluluk içermiyordu. O
ve ailesi aylar süren göç yolculuğu sırasında büyük
zorluklar çekecek, hırpalanacak, küçümsenecek ve
savaş zamanlarının kan ve ateşini tanıyacaktı. Girit
Adası’ndaki tüm varını, yoğunu, evlerini, tarlalarını
bırakmak zorunda kalacaklar, yoksul bir hayata
başlayacaklardı. Ölüm korkusu içinde hiç bilmedikleri Ayvalık’a geldiklerinde tanıdık hiç kimsenin
olmadığı ve bir ekmeği dört kişinin paylaştığı bir
hayat vardı önlerinde. Ve uzun yıllar yeni bir toprağa uyum sağlamaya çalışacaklar hatta birer yabancı
gibi görüleceklerdi. Girit’teki çiftlik evi, aile yadigârı
pahalı ev eşyaları, birer hatıra olarak kalmıştı artık.
Hüsniye Yatkan ve ailesi artık doğduğu topraklara
hasret bir yandan, geçim sıkıntısı diğer yandan denize bakıp duracaklardı. Hayat işte iki kıyı arasında
dert ortaklıkları oluşmuştu adeta. Dido Sotiriyu
ve Hüsniye Yatkan birbirlerini hiç tanımamış, aynı
derdin aynı göçün çocuklarıydılar. Yani özetle her iki
kadının da ya da milyonlarca toprağından edilmiş
insanın ortak haykırışı da şuydu; beni toprağımdan
ayırmayın, beni toprağıma gömün.
• Dido Sotiriyu:
Aydın’da doğdum. Babamın bir sabun fabrikası
vardı. Ortakları Türk’tü ve iyi para kazanıyorlardı. Türk evlerini ziyaret ederdik. O zaman küçük
çocuktum. Kadınlar o zaman daha saklıydılar. O
zaman çocuktum ve konuşabiliyordum insanlarla. Artık bunları zamanla tamamen unuttum.
Çocukluğumdan hatırladığım dışarıda bulunan
develerdir. Bu develerin evimizin önünden geçtiğini
anımsıyorum. Kötü olaylar sonra oldu. O zaman
güzel insanlar vardı ve zengindiler. Hem Türkler
hem Yunanlılar beraber ortak buluşmalar yaparlardı. Şimdi ilgimi çeken o bölgeleri dolaştığım zaman
babamdan kalan yazılar. Bunların hepsi Anadolu’da yazılmış.
• Hüsniye Yatkan:
Tabii savaş çıktı. Babam çok zengin bir ailenin
çocuğuydu. İş yapmıyordu. Çiftliği vardı, işçileri
vardı, yani zengin bir çocuk. Sonra anneme bir Rum
geliyordu, işlerini görüyordu, fakirdi. Gelmiş bir
gece demiş; “Halime Mustafa’ya baskın yapacaklar,
öldürecekler onu bu gece.”
Babam kaçtı, İzmir’e gitti. Bizi bıraktı. 4 çocuk
yatıyoruz, bir tane var altı aylık en küçük. Geldiler,
baskın yaptılar. Annem çocukları yatırmış. Gördüler, hiçbir şey yapmadılar. Mustafa nerede dediler.
Bilmiyoruz, çıktı evden ama nereye gitti bilmiyoruz. Bizi burada yalnız bıraktı. Sonra komşularla,
onlar da Türk, aldılar bizi kaçtık memlekete.
• Dido Sotiriyu:
Tabii ki çok üzüldüm. Çünkü biz de çok çektik.
Ama hayatta kalabildik. Çünkü bizi seven insanlar
da vardı. Hiçbir zaman bizimle düşmanlıkları yoktu.
Buraya gelen göçmenler çok akıllı ve zekiydiler.
Bazıları tabii haksızlığa uğruyordu. Bize Anadolulu
hatta Türk tohumu diyorlardı. Davet edildiğim ve
gittiğim evlerin bazılarında Anadolu’daki hayatımızın güzel yanlarından bahsedip oradan gelen
göçmenlerin her zaman olayların iyi yanlarını
düşünmelerini söylerdim. Zaten çoğu da iyi yanları
konuşup tartışırlardı. Biz güzel taraf için seviniyorduk. Bu güzel taraf için yaşıyorduk ama bu güzel
taraf için de ağlıyorduk. Biz bu milletle bağlanmıştık, aramızda kötü gidip gelen şeyler yoktu.
• Hüsniye Yatkan:
Fakirliği hatırlamam mı? Bir ekmek dört
kişiye verirlerdi. Ne düşerdi bir insana? Bir çeyreği.
Onunla yaşıyorduk. Sonra Atatürk iskân yaptı bize.
20 ağaç zeytin verdi herkese. Burada Ayvalık’ta.
20 ağaç herkese insan başına verdiler. Sonra tarla
verdiler Paterça’da. Babam üzülüyordu. Bak ne hale
geldim… Annem kızıyordu ona. Sağlık olsun, her
şey olacak.
• Dido Sotiriyu:
Milletlerimizi birleştirmek için elimizden gelen
her şeyi yapalım ki barışı ayakta tutalım. Her iki
taraf birbirleri için neyi iyi yapabilir ona baksın.
İki milletin buna çok büyük ihtiyacı var. Ve biliyor
musunuz ne? Bu iki milletin insanları çok tatlı
insanlar. Bu hem Türklerde hem bizde var. İçimizde
yakın olan bir şey var. Bu dünya üzerinde bir parça
barıştır. Milletinize selam söyleyin. Her zaman
barış içinde olalım.
• Hüsniye Yatkan:
İnşallah hep barış olsun bu devirde de. Çocuklar
ölmesin. Kolay değil, kolay değil. Evladı kaybedersin çok zor. Allah kimseye göstermesin. Evlat acısı
oğlum, ne anaya benzer ne babaya, ne kardeşlere.
Benim dört tane kardeşim öldü. Babam öldü,
annem öldü. Ama evladının yakması çok zor. İçim
yanıyor.
• Dido Sotiriyu:
Ben göçmenlere çok yardımcı oldum. Elimden
gelenin en iyisini yaptım. Birbirimize yardımcı
olurduk. Ben o zaman gazeteciydim. Saatlerce
konuşur, tartışırdık. Bazen gelip onlar beni bulurdu, saatlerce sohbet ederdik. Bu konuştuklarımız
hoşumuza gidiyordu. Umudum bu dostluğun çok
derin kökler vermesi. İki milletiz. Sadece her iki
tarafta da hem yoksulluk hem zenginlik var. Bunu
zaten biliyorsunuz. İki taraf da olayların güzel
yanlarını ortaya çıkarsın. Önemli değil, artık burada
yaşıyoruz, senelerden beri buradayız. Yaşar Kemal
ve Aziz Nesin benim çok iyi dostlarımdı. Birbirimize
çok bağlandık. Ortak yanlarımız çoktu. Bu dostluk
bozulmasın diye ve birbirimizin gözlerini çıkarmayalım diye kendileri çok emek vermişlerdir. Artık bu
duvarlar yıkılsın. Şimdi buluşuyoruz, görüşüyoruz,
seviniyoruz. Sonsuza kadar böyle kalsın.
• Hüsniye Yatkan:
İsterdim babamın malları vardı. İsterdim,
yaşayacaktık orada. Ama kısmet demek böyleydi,
yazı böyle. Allah böyle yazmıştı. Ne diyelim. Herkes
yerinde olsaydı daha iyiydi tabii. Ama burası da iyi.
Kavgalar bitse yine iyi. Ama bitmiyor.
• Hüsniye Yatkan:
Dedim keşke orada olsaydık ama harp olmasın.
Çocuklar ölmesin. Herkes yerinde kalsın.
Not: Bu araştırma röportajı yaptığımız sırada hayatta olan Dido Sotiriyu ve Hüsniye Yatkan, anıları, acıları
ve umutlarıyla beraber bu dünyadan göçüp gittiler…
Anılarına saygıyla…
Aralık 1931’de doğdu Zeki Müren. Yaşasaydı şimdi 92 yaşında olacaktı ama 1996 Eylül’ünde göçüp gitti bu dünyadan. Yaşasaydı geçen yıllara bakıp çok şaşırırdı galiba. Damarlarına kadar hissederek kucakladığı ve erken bıraktığı sahne dünyasında kurallar da kuralsızlık da ona fazlasıyla garip gelecekti. Şah ile şahbazın, at izi ile it izinin, ses ile şovun birbirine karıştığı bir […]
Devamını OkuCesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku