Aşk mükemmellikten uzak bir şeydir, hasarıyla, öngörülemezliğiyle güzeldir. Tam bir tasviri yoktur, doğru yanıtı hep görecedir.”
Diğer mekânların aksine 14 Şubat’larda meyhaneyi açmam.
İki sevgilinin dışarıda yemek yiyerek kutlamasını değil birlikte özenli sofra kurmasını arzuluyor olabilirim. Belki de 14 Şubat’ların vazife savma yemeklerinde sıkılan çiftler görmekten yılmışımdır.
Ya da rakı masasında çiftlerin birbirlerine hediye vermeleri bana batmıştır. Aşk öyle “Haydi günü geldi kutlansın” bir durum değil. Alışverişe dayalı sözde bir aşk günü, özenle hazırladığımız o sofraların mezesi değil.
Birine âşıksan zaten her baktığın yerde onu görüyorsun, günü geldi diye hediye arayıp bulmak da neymiş?
Hediyelerin en güzeli “görünce aklıma sen geldin”lisi.
Sair bir anda seni düşündüğünü bilmek kadar kıymetlisi var mı? O paketin içinden çıkan şey tam da seni anlatıyorsa işte o zaman kendini anlatabilmiş olmanın, şu hayatta birinin seni anlamış, gerçekten tanımış olmasının hazzı da eklenir, tadından yenmez.
Dükkânı neden açmadığımı soranlara verecek bir yanıtım tam olarak yok. Aşkı kurallı yaşamayı reddediyorum, aşkın sürü psikolojisiyle yaşanmasını da. Ayrıca kafama göre yaşayabilmek için bu işlere girdim. Keyfimin kâhyası ve ben öyle istiyoruz, açmıyoruz. Yine de müşteri velinimet, böyle denmez. Müstehzi gülümseyerek “Prensip meselesi” diyorum on yıldır. Yüzümün ifadesini, tonlayışımı duyan, 14 Şubat’ı sevgilimle kendime ayırdım zannediyor. “Biz de insanız, biz kutlamayalım mı?” demişim gibi hak veriyor.
Geçenlerde akademisyenlerin kalabalık bir masası vardı. Sıdıka sona kaldı. Öyle bir âdetimiz var, en sona kalır o, kapatma hazırlıklarına yardım eder, ben ona yolluk koyarım. Kısa ama derin bir sohbete dalarız. Tarih hocasıdır, onu dinlemek bana belgesel izlemek gibi bir zevk verir.
“Bu sene de açmıyorsun 14 Şubat’ta değil mi?” dedi. Aynı çalışılmış gülüşümle yanıtladım “Prensip meselesi.”
“Hayırdır?” diye de sormadan edemedim. “Olmaz ya belki açarsın da gelirim diye sorayım istedim.” dedi.
Az daha elimdeki tabakları düşürecektim. Sıdıka hiç çift olmadı. Hiç. Çok uzun zamandır tanırım. Çok zeki kadındır, çok da güzel. Her sene güzelleşiyor gibi hissediyorum ama doğruya doğru yirmili yaşlarını pek hatırlamıyorum. Kendi yirmili yaşlarımı bile hatta… Şimdi ellilerinde. Gördüğüm en iyi ders anlatıcılardan, dersine girmedim ama her sohbeti ders gibi geçer illa.
Erkeklerin hep çok ilgi gösterdiği kadınlardandı, hâlâ da öyle. Bir adamla yemeğe geldiği sık olur ama ikinci şansa erişen azdır, üçüncü kez yan yana gördüğüm sayılıdır. Aynı adamla dört kereden fazla görünmesi pek
rastlanmayan bir doğa olayıdır. Çok karışmam, o anlatmadıkça sormam. Meyhaneci sormaz, anlatılanı dinler ve sır olarak içinde tutar.
Sıdıka Hanım, 14 Şubat kutlamaya niyetleniyorsa bunun bir haber değeri vardır. İçim
içimi yiyor meraktan, umarım anlatır…
“Senin için açarım, nadir görülen bu hadiseyi başka mekâna kaptırmak istemem.” dedim.
“Yok, yok tam öyle bir şey değil.” dedi.
“Yine de -bir şey-” dedim.
Sıdıka böyle kapitalizme hizmet için hikâyeleştirilmiş günlerden hazzetmez. Onun için mesela 14 Şubat Birinci Sırp Ayaklanması’nın tarihidir, Asbest Grevi’nin başlangıcıdır, Hariri Suikastı’dır, Tariş Olayları’dır.
Kim derdi ki Doçent Doktor Tarihçi Sıdıka Hanımefendi 14 Şubat’ta kendine gidecek meyhane arayacak, pehey…
Sırf onun için açarım. Eski dost, yılların müdavimi başka şeydir, olmazlar oldurulur onlara, olmaz denen olmuş galiba zaten ona.
Sen beni yanlış anladınları, vay çok mahçup oldumları profesyonelce savuşturdum.
Dedim “Masanı soğuk mezeyle donatırım, fırına kaşarlı mantar bırakırım. Meyhaneyi zaten kapatıyorum, sana kapatmış olayım. Hayırı yanıt kabul etmiyorum, ısrarcıyım.”
Dediğimi de yaptım. Mis gibi bir sofra hazırladım, iki uzun gümüş şamdanın yanına uzun şömine kibritlerinden koydum ki mumlar rahat yansın.
Kapıyı çektim, anahtarı girişteki saksının altına bıraktım, tiyatroya gittim. Tiyatroya da âşığım neticede dedim, güldüm kendi kendime. Herkesin bir şeyin peşinde çıldırmış gibi sürüklendiği böylesi günler, kendim gibilerle aynı yerde olmak iyi geliyor bana. Çıkışta bir şeyler atıştıracaktım ama vitrinlerdeki, mekânlardaki kırmızı kalplerden başım döndü, kiliseye girip oturdum. Hıristiyanlıkla alakam yok ama kilisenin yüksek tavanı, akustiği, mum ışıkları iyi geliyor bana. Geceleri sakin de.
En “Saint Valentine’s Day” benimkiydi, bir Sevgililer Günü, çıkış efsanesine en uygun bu şekil kutlanabilirdi bu ülkede, kendime güldüm. Bugünlerde kendimi iyi güldürüyorum.
Artık gitmişlerdir diye düşündüm, dükkânı kontrole gittim.
İnce bir ışık sızıyordu, umarım mumları yanık unutmadılar diye geçti içimden.
Anahtar da yok saksının altında, bırakmayı unuttular herhalde.
Yedeğim yanımdadır hep, açıp girdim. Bir başına oturuyor Sıdıka masada, karşısına dizmiş kitapları, önünde bir not defteri. İyice sarhoş olmuş galiba. Sessizce çöktüm girişteki sandalyeye. Ayıp biliyorum ama adamı görmek istedim, tuvalette vesaire bir yerdeyse, onu görmeden çıkmak istemedim.
Sıdıka’nın mutfak ya da tuvaletteki görünmeyen biriyle değil kitaplarla konuştuğunu fark ettim sonra. Önündeki Mary Antoinette, Mary Queen of Scots, The Weaker Vessel, Cromwell kitapları dizisine elindeki otobiyografik kitabı vura vura söyleniyordu,
“Antonia Hanımcığım, Sayın Lady Antonia Margaret Caroline Fraser, bu nasıl bir şanstır da zekânıza denk bir Hugh bulmanız yetmezmiş gibi bir de Harold’a rastlamanız?
Biriyle 22, diğeriyle 28 sene… İki evliliğinizin toplamı yaşım ediyor, evliliği hiç istemiyorum ama neden hiçbir erkeğe dayanamıyorum? Şu bildiklerini anlatabildin mi acaba, dinleyebildiler mi seni? Şaşırttılar mı arada bilgileriyle? Toplam 50 sene nasıl yaşadınız Lady’im evli ve tahammüllü?”
Kitapları dağıttı, diğer kitap setini çekti önüne; eliyle tek tek alıp kenara koyarken söylenmeye devam ediyordu:
“Nazca çizgilerini bulan kadın, ömrünü Peru’da Nazca peşinde geçiren kadın, adını havaalanlarına veren kadın, ah canım Maria Reiche hayatı yapayalnız geçen kadın, tek bir adamı bile sevemedi demesinler diye bir aşk hikâyesi uydurduğunu biliyorum, o adamın adını hiç vermemiş olman sır tutmaktan değil, o adamın hiç var olmamasından; şuracığımdan, kendimden biliyorum. Sonum senin gibi ama bu başarısızlığı nasıl sindireceğiz be Maria, yaşım bugün itibarıyla 50.”
Doğum günüymüş demek 14 Şubat…
Sessiz kalamadım. “Sıdıka?” dedim usulca.
Ağlayacak diye korktum; bana dönüp güldü. “Gel 50 yıllık başarısızlığıma bir kadeh de beraber içelim.” dedi.
“Saçmalama, sen tanıdığım en başarılı insanlardan birisin, müthiş bir akademisyensin, makalelerin, kitapların, feyz bir ömrün var, ne başarısızlığı?” “Ben âşık olamıyorum gülüm, yapamıyorum. Neşeli, hoş, kibar, yetenekli
adamlar var, öyle bilgisiz ki deliresim geliyor. Dayanamıyorum yaş oldu 50. İnsan yetiştiriyorum üniversitede, ikili bir diyaloğu nasıl çözemem bunca sene?” “Hayatım, sen kendine bir sen daha arıyorsun, tarihi sen kadar bilmeyeni
nefes almayı bilmez gibi yargılıyorsun. Büyüsüne öyle kapıldın ki kendi günceni, tarihini yazamıyorsun. Hayata bir bak, bugünden bugününe bak, olduğun yere ve zamana alıcı gözle bak.
Herkesten öğrenilecek bir şeyler var, öğrenmeye açık insan, öğrenmeyi ve dinlemeyi reddeden birçok bilenden yeğdir. Okulda sınav yapa yapa herkesi sınava sokmaya alışmışsın. Notun da pek kıt aşk olayında. Aşk mükemmellikten uzak bir şeydir, hasarıyla, öngörülemezliğiyle güzeldir. Tam bir tasviri yoktur, doğru yanıtı hep görecedir. Sınavı bırak, biraz da sen otur öğrenci koltuğuna, bir de karşındakine o gözle bak. 50 yıl geçti diye panikleme, ömür çok uzun, öğreteceğin, öğrenecek ve deneyimleyeceğin çok uzun yıllar var ömründe. Ne Marie
ne Antonia, sen çığ olacaksın belki, çığ ol hatta; hayat hacminin altında kalsın, kendi tarihini de yaz, öfkenle, neşenle, bugünleri de katarak. Hem şu coğrafyada, her gün onca vukuat, belirsizlik, vaka… Yakışır mı sana 50 yaşa üzülmek? Yapılacak çok işler var daha, yaşanacak kim bilir neler neler…”
Bir kahkaha attı, bana “Haklısın be!” derken.
Kitapların içinden seçip “Çivi Çiviyi Söker”i önüme koydu, kadehini doldurdu. Attım önüne Muazzez İlmiye Çığ’ın “Yandı İçim” kitabını.
Dedim koy bana da bir duble sek olsun, yandı içimiz be!
Dükkânı birlikte kilitlerken birden irkilip sordu: “Hadi ben ikna oldum da madem çok biliyorsun, sen neden hep yalnızsın?”
Dilim şöyle söyledi: “Prensip meselesi.”
İçimden böyle geçti: “Çünkü teoriyle pratik bambaşka şeyler şekerim.”
Daha birkaç devrim göresim vardı…
Eda, elindeki pusette on günlük bebeğiyle ailesinin evinin kapısını çaldı. Taksicinin valizleri bagajdan indirdiğini gören annesi derin bir nefes alıp içinde köpüren tüm soruları yuttu, bütün gücüyle yüz kaslarını kontrol etmeye çalışarak gülümsedi. Sessizce içeri aldı valizleri. “Aman da torunuma, hanimiş bu evin en küçük hanımı, hanimiş anneannesinin göz nuru…” diye sevmeye başladı. Dayanamayıp pusetten […]
Devamını OkuBiz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku