Yaşar Kemal, sözlü anlatı geleneğinin hâkim olduğu bir coğrafyada ağıtlarla, türkülerle büyümüş, o türküleri kendi yaratıcılığıyla yeniden yazabilmiş bir kişidir.
Yaşar Kemal gibi bir ustadan bahsederken, Osman Şahin’in deyimiyle “geniş bir nehrin akışı”nı anlatırken nehre hangi kıyıdan varacağınız önemli. Bu yazıda Yaşar Kemal’in dil evreninden bahsetmek istiyorum. Kuşkusuz romancı aynı zamanda bir hikâye avcısıdır. Homeros’tan bugüne bu topraklarda süregelen sözlü ve yazılı hikâye anlatıcılığı geleneği, romanın modern teknikleriyle birleştiğinde kendi özgün yatağını bulabilmiştir. Bunun birleştirici gücü de dildir. Romancı, anlatısını kurgularken yarattığı evrenin kişilerini, mekânlarını, olaylarını dil aracılığıyla birleştirebilir. Sözlü edebiyat geleneğine çok aşina olan Anadolu topraklarının, Tanzimat’tan itibaren Batılı anlamda
roman biçimiyle tanışması kuşkusuz kimi zorlukları da beraberinde getirmiştir. Burjuva devrimi sonrası kısmen dönemin sosyal, siyasal, ekonomik etkisiyle, kısmen de ticari kaygılarla Batı’da giderek kitleselleşen roman; hızla kendi özgün tekniğine kavuşurken, Türkiye’de önce bu yeni türün keşfi, sonra Batı’dakine benzer yerel hikâyelerin bu türün biçimine sokulma çabası gibi eklektik aşamalardan geçmiştir. Kuşkusuz özellikle Cumhuriyet döneminde, hem dünyayı hem de memleketini iyi tanıyan güçlü kalemler, romanın ülkede kök salmasına önemli katkılarda bulundular. Bu katkılar içerisinde özel bir parantezi hak eden isimlerden biridir Yaşar Kemal.
Yaşar Kemal, sözlü anlatı geleneğinin hâkim olduğu bir coğrafyada ağıtlarla, türkülerle büyümüş, o türküleri kendi yaratıcılığıyla yeniden yazabilmiş bir kişidir. Yaşar Kemal o günleri şöyle anlatır: “Çok küçüktüm kaç yaşımda olduğumu bilmiyorum. Bir gün köyün kızları bir eğlencede toplu olarak türküler söylüyorlardı. Böyle türküleri ben de söyleyebilirim dedim ve türküler uydurmaya başladım. Kimselere söylemiyordum. Sonraları köye âşıklar destancılar geldi, onlara öykündüm.”
Bu öykünme romanın Batı’daki formunu keşfetmesiyle yeni bir aşamaya evrilir. Yine Yaşar Kemal’den dinlersek: “17 yaşımdan sonra da Batı edebiyatıyla ilişki kurdum. Bunları bir doymazlıkla okuyor, Balzacları, Tolstyoları, Çehovları, Stendhalleri, Dostoyevskileri çevirilerinden okuyor, onları da destanlar, Karacaoğlanlar gibi özümsüyordum.”
Buradaki özümseme sözcüğünü önemli bulurum. Yaşar Kemal’in edebiyatında iki ayrıksı unsurun yani modern forma uyması çok zor bir âşık geleneği ile modern romanın biçiminin aynı anda özümsenmesi. Bu iki ayrı damar nasıl birleşebilirdir? İşte orada yepyeni bir dil devreye girecektir. Nitekim Yaşar Kemal bu arayışa girdiğini şu cümlelerle söyleyecektir: “Benim yapmak istediğim yeni bir anlatım biçimi, yeni bir dil kurmaktı. Çok iyi bildiğim sözlü edebiyat yazı diliyle pek uyuşmuyordu. Yeni bir edebiyat yaparken yeni bir dil, yeni bir anlatış Yaşar Kemal ve dil rengi biçimi de kendiliğinden kurulmalıydı.”
Görüldüğü gibi Yaşar Kemal kendi kökü ile evrensel damarı bir araya getirmenin kolay olmadığını fark etmiş, birleştirici gücün yeni bir dil olduğunu da belirtmiştir. Bu bir keşif sürecidir. Aslında süreklilik arayışı da denebilir buna. Zaten kültürdeki süreklilik insanın da toplumun da güven duygusunun en önemli kaynağıdır. Yaşar Kemal, “Benim için en büyük mutluluk o gür ve sağlam halk kaynağından gelmiş olmamdır.” diyerek gürleşen ağacın köklerinin nerede olduğuna her zaman işaret etmiştir. “Baldaki Tuz” adlı kitapta toplanan makalelerinde de halkla bütünleşen edebiyatçının ve aydının önemini sıkıca dile getirmiştir.
Tekrar dil arayışına dönersek, Yaşar Kemal’in dil evreninin oluşmasında Çukurova coğrafyasının dil hazinesinin önemi tartışılmaz. Yaşar Kemal bu hazineyi yeryüzüne çıkarmak için büyük bir çaba göstermiştir. İnsanlar, edebiyatçıyı ilham perilerinin dürtüklediği müstesna varlıklar olarak görme eğilimindeyken, pek çok edebiyatçı da bu katı kendilerine mesken tutma kibrindeyken Yaşar Kemal ustalığın emek yönünü göstermiştir. Bir anısında bu
çabayı şöyle anlatır: “Benim gençliğimde folklorculuğum vardı. Yüzlerce ağıt topladım. Çoğunu candarma polis aldı elimden. Sonradan öğrendim, candarmalar evimi basıp aldıkları ağıtları, öteki derlemeleri sobada yakmışlar. İsveç’te bir konferansta bunu da anlattım. Türk milletinin dil hazinesidir dedim onlara. Çünkü içten hazırlanmadan söylenen türküler çok güzel sözlerdi. Niye yaktılar diye bir gazeteci sordu. Komünist Manifesto zannetmişler dedim.” Bu çabadan bahsederken Çukurova’nın dil hazinesinin gün yüzüne çıkarılma çabasından bahsettim. Bu konuşmayı hazırlarken Yekpare Karakış’ın, “Yaşar Kemal’in Romanlarında Çukurova Ağzına Ait Sözcükler Ve Etimolojileri” adlı tez çalışmasına baktım. Tezde Yaşar Kemal’in 27 romanının tarandığını ve Çukurova ağzına ait 593 sözcük tespit edildiğini gördüm. Bu sözcükler özellikle, romanların diyalog bölümlerinde geçen sözcükler elbette. Hem karakterlerin hem de anlatıcının dilinin Çukurova ile yoğrulması söz konusu.
Yine başa dönersem yerel kökle evrensel biçimi birleştirmenin sadece yerel ağız kullanımıyla olduğu düşünülürse bu çok yanıltıcı olacaktır. Yaşar Kemal’in çabası bu unsurları birleştirecek yeni bir dil bulma arzusudur. Burada İnce Memed eseri önemli bir örnek oluşturur. Tasvir üslubundan, büyük merak yaratan olay örgüsüne, insanoğlunun evrensel adalet arayışından çocuksuz ve masalsı anlatıma, yepyeni bir dil icat edilmiş gibidir. Fethi Naci bu
konuda şunları söyler: “32 yıl gibi büyük bir zaman dilimi içinde yayımlanan dört cilt İnce Memed’de Yaşar Kemal hep aynı üslubu, hep aynı roman tekniğini kullanır. Bu yıllarda öbür romanlarında anlatı biçimi değişir, İnce Memed’de aynı kalır. Hep o çocuksu, masalsı, anlatım. Anlatıcı ile anlatılanların hep aynı
dünyanın insanlarıdır. Sanki özdeşleşmişlerdir. Dilleri aynıdır. İnançları aynıdır, aynı mucizelere inanırlar.”
Berna Moran da “İnce Memed gücünü gerçeklikten almaz, tersine, gerçeğin yerini alan eski bir düşü büyülü bir dille ustaca anlattığı için sevilen bir roman olmuştur.” der.
Bir romancı romanını yazarken ruhun var olabileceği bir beden ihtiyacı gibi bir dil gereksinimi duyar. Bu dil romandan romana değişebildiği gibi yazarın özgünlüğünü müjdeleyen kimi unsurları da barındırır. Yaşar Kemal hakikatin üstünü örtmeyen diliyle, toplumcu yönünü yani özünü asla kaybetmez. Farklı romanlarında farklı üsluplar kullansa da dilindeki değişmeyen bir renk de ağıt ve türkü geleneğinden gelen müzikli tınılardır. Erendiz Atasü’nün belirttiği gibi, “Eserlerindeki dil, müzik yapıtlarına benzetilebilir. Kimi deyişler kimi betimlemeler belli bir ritim sağlamak üzere yenilenir.”
İstanbul şehrini kurguladığı “Deniz Küstü”de Yaşar Kemal, baştan aşağı bir yabancılaşmanın ve bir kentin çöküşünün romanını yazar. İmgelerle ve uzun soluklu cümlelerle çürümüşlük ortaya serilirken kimi tekrarlarla da ritim sürer. “Ağır kokular içinde ölen, yıkılan, hızla çürüyen bir eski şehir İstanbul… Yüreğine binlerce kurdun girdiği, kıvıl kıvıl, milyonlarca kurt, suyu, toprağı, insanı çürüyen bir şehir…”
Yaşar Kemal’den bahsederken pek çok yazar onun hayattaki duruşundan ve direncinden de söz eder. Bu direnç doğanın ranta karşı direncidir de aynı zamanda. Modern köleliğe karşı çıkarken Yaşar Kemal, doğa ile insanı bir gören Yörük geleneğini de modern romanla birleştirmeyi başarır. Betimleyici üslup, burada bir dil rengi olarak da öne çıkar. Kimileri bu üslubun uzun betimlemelerle sınırlı olduğunu düşünerek yapılmak isteneni kavramaktan uzak görüşler belirtebilir. Özdemir İnce, Yaşar Kemal’e yönelik bir çınar yaprağını yere düşürmek için 40 sayfa yazıyor eleştirisine şöyle yanıt verir: “Bir yaprak kırk sayfada ya da kırk elli dakikada yere düşmezse uzun kış geceleri nasıl geçer? Yaşar Kemal bir düşme eylemi içine bütün evreni, bütün mekân ve zamanları sığdırmış demektir.”
Yaşar Kemal doğa-insan ilişkisini ve bir bütün olarak özgürleşme çabasını, binbir çiçekli bahçe olarak gördüğü yerel kültürlerin evrensele ulaşma arzusunu, dünyada okur bulabilecek, hatta filme çekilebilecek olay örgüleri yaratma isteğini, modern romanın tüm gelişmelerini özümseme emeğini, ancak yeni dille birleştirebilmiştir. Bu dilin rengini bulmak bir gökkuşağının değdiği yeri bulmak kadar zor ama keyifli bir yolculuktur. Ne mutlu bizlere ki, Yaşar Kemal bizleri bu yolculuğa davet etmiştir.
Cumhuriyet’imizin 100. yılı ve kasım ayındaki Atatürk’ü anma haftası vesilesiyle kimi anekdotlar eşliğinde Mustafa Kemal Atatürk’ün zorlu yaşamından ve devrimlerle sonuçlanan mücadelesinden pek çok parça dinledik. Ben de İstasyon okurları için okuduğum hatırat kitaplarından, daha önce pek de aktarılmayan, kıyıda köşede kaldığını düşündüğüm bazı anekdotları bir araya getirdim. Cumhuriyet; yıllar süren savaşlar, göçler, ölümler üzerine […]
Devamını OkuSatı Kadın olarak da bilinen Satı (Hatı) Çırpan, Ankara’nın Kazan Köyü’nde yaşar. Mustafa Kemal Atatürk, 1934 yılında İstanbul’a gitmek için çıktığı yolculukta, Ankara çıkışında Kazan’da mola verir. Köylü kadınlar, Paşa’ya bakraçta ayran ikram etmek için koşuşturur. Hiçbiri karşısına çıkmaya cesaret edemez. Satı Kadın, muhtarlık da yapmış olmanın özgüveniyle Atatürk’e yaklaşır ve onunla tanışır. Ayran ikram […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku