Gözlerimi açtığımda derme çatma çatıları, birbirine sırtını dayamış ve toprağa gece kondurulmuş evlerin yokuş boyu uzandığı bir sokaktaydım. Kırık asfaltların taşlarla yamandığı, bacalarından tüten siyah dumanların kümelendiği bir is bulutunun altında gece ayazıyla toprağı donmuş patika yolların hep aynı yere çıktığı bir yer burası…
Gözlerimi açtığımda derme çatma çatıları, birbirine sırtını dayamış ve toprağa gece kondurulmuş evlerin yokuş boyu uzandığı bir sokaktaydım. Kırık asfaltların taşlarla yamandığı, bacalarından tüten siyah dumanların kümelendiği bir is bulutunun altında gece ayazıyla toprağı donmuş patika yolların hep aynı yere çıktığı bir yer burası… Kimi yüzde yeni bir başlangıç, kimi yüzde bezginlik… Ben etrafıma bakarken İlham Perisi’ne “Neredeyiz Peri?” diye sordum. Peri’m biraz kısık bir sesle “Altındağ” dedi…
Başkentin; kendisine uzak yeri Altındağ. Değişimin, gelişimin, ilericiliğin teğetinde kalmış, umutla koşanların sırt sırta durduğu yer Altındağ…
İlham Perisi biraz yürüdükten sonra hemen her sokakta gördüğümüz bir manzaraya dikkat çekerek “Görüyor musun insanlar akın akın umut için düşmüşler yollara.” diyerek bir bir kamyonetlerden hemen her köşede eşyalarını indirmeye çalışan insanları gösterdi. 1950’lerin Ankara’sında ve diğer büyük kentlerde bu tablonun umut madencileriydi insanlar. Biraz daha yürüdükten sonra sitemle “Yoruldum Peri! biraz dinlenelim” dedim ve bir gecekondunun bahçe duvarına sırtımı verdim ki İlham Perisi “Bak!” dedi ve heyecanla eşyasının başında yorgun, nefes nefese kalmış genç bir adamı işaret etti. Kamyonetten indirdiği sandalyeye soluklanmak için oturmuştu. Mahallenin gençleri elden ele eşyalarını eve taşırken her birine yarım nefes teşekkür ediyordu. O sırada koşarak elinde bir sürahi ve bardakla 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu genç adamın yanına geldi. Kız çocuğunun gözlerinin içi pırıl pırıl parıldıyordu. Sesindeki heyecan genç adamın yüzüne bir tebessüm kondurdu. İlham Perisi “İşte Anadolu Turnamız o…” dedi. “Biliyorum” dedim. İlham Perisi şaşkınlıkla “Biliyor musun?” dedi ve merakla yüzüme
baktı. “Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibisin Peri. Elbette biliyorum. Gözler değişir mi peri? Bir gözleri, bakışları değişmiyor insanın. Yaşar Abla’nın da değişmemiş. Yaşar Seyman şu an nasıl bakıyorsa, nasıl sarıyorsa insanı gözleri çocukken de öyle.” dedim ve perimin koluna girerek baba kızın yanına yürümeye başladım. Babasına suyu bıraktıktan sonra koşarak eve doğru gidiyordu ki babası “Yaşar kızım!” diye seslendi. Kamyonetten bir resmi
dikkatle çekti ve Seyman’a uzatarak “Bunu içeri götür. Kırılmasın.” dedi. Hacı Bektaş’ın özenle çerçevelenmiş bir resmiydi. Resimde “Kadınları okutunuz, kadını okumayan milletler yükselemezler.” yazılıydı. Seyman’ı sıkı sıkıya
resme sarılmış halde görünce tutamadım gözlerimi. İlham Perisi “Ne oldu?” diye soru. “Bu genç adam, işte bu söze sarıldı ve düştü yollara. Bu genç adam kızını okutmak için uzak düştü toprağına. Çiçeği hangi toprağa ekersen ek doğru suyu vermezsen, güneşi bulamazsan açmaz peri. İşte bu genç adamın bir elinde su, diğerinde güneş ve açacak çiçeği.” dedim ve elinden tutup gözlerimi kapadım…
Gözlerimi açtığımda 80’li yılların eylül yorgunu Ankara’sındaydık. Ankara’nın edebiyat ve sanatla davetkâr zamanları. Anadili şiir olan buluşmalar, emek için kalabalıklaşan sokaklar, insanca yaşamanın muhataplarının hem
çok yakın, hem fersahlar kadar uzak olduğu zamanlar. İlham Perisi “Ankara’nın en çok bu zamanlarını özledim.” diyerek yavaş yavaş kalabalığa doğru yürümeye başladı. “Neden en çok bu zamanlarını seviyorsun?” diye sordum.
İlham Perisi durdu ve gözlerini insanlara çevirerek “Çünkü en çok bu günlerde şarkılar bir ağızdan söylendi, şiirlerle günler geçirildi ve en çok bu dönemde emeğin kıymeti bilindi.” dedi. Sonra birkaç adım daha atıp tekrar dönerek
“Şimdi öyle bir gecedeyiz. Emekçilerleyiz. Sendika gecelerini hep çok sevmişimdir.” dedi ve yüzündeki mutlulukla kalabalığın içine karıştı. Ben de ilham perimi daha yavaş adımlarla takip ederken bir yandan da ellerinde kitaplar, pankartlar, dillerinde şarkılar türküler ve gözlerinde ışık dolu insanları inceliyordum. O sırada kalabalığa sahneden yükselmiş bir sesle inledi salon “Merhaba.” Ve insanların sevinçle yükselen haykırışlarına karıştı şiir. “Bir ufka vardık ki artık/ Yalnız değiliz sevgilim./ Gerçi gece uzun,/Gece karanlık/Ama bütün korkulardan uzak./Bir sevdadır böylesine yaşamak…” Ahmed Arif şiiri okurken olduğum yerde kalakaldım. Heyecandan sesim, ruhum titredi. İlham Perisi benim o halimi görünce gülümseyerek “Sözüm olsun. En kısa zamanda onu da göreceğiz.” dedi ve elimden tutup sahnenin önüne doğru yürümeye başladı. Ahmed Arif sahneden inerken kopan alkış tufanı hiç kesilmeden devam etti. Uzun boyu, yeleli saçları, sert bakışları fakat samimi tebessümüyle sahnede büyümeye devam etti şiir. “Yoktu yok/ ve bıçak dayanmıştı kemiğe/açlıkta işsizlikte ezilmişlikte/kim
söyler bu türküyü kim düzer bu ağıdı kim/ kocaman eller midir bu bağlamalarda/ efendiler efendiler efendiler!” diye haykırdı Hasan Hüseyin… Ve diğer şiirler, türküler. İlham Perisi ile bir yerde daha önce hiç bu kadar kalmadık. İkimiz de gözümüzü sahneden bir dakika ayıramamıştık. En son şiir de inince sahneden bir sakinlik oldu salonda. Birkaç dakika sonra da uzun boyu, dik yürüyüşü, gecenin verdiği mutlulukla ağır ağır sendikacı genç bir kadın sahneye çıktı. Altındağ’dan kanatlanmış Anadolu Turnası Seyman… Emeğin, hakkın ve kadın mücadelesinin kavgası, sesi, tebessümü, samimiyeti, barışı Seyman. O konuşurken her kelimesine alkışlar yükseliyor Seyman sahnede büyüyordu. İlham perisi kulağıma doğru eğilerek “Keşke onun gibi daha çok kadın böyle sesini duyurabilseydi. O zaman bu mücadele çoktan kazanılmıştı” dedi. İlham perime “O bir öncü peri. Keşke demek için erken. O nasıl mücadele edileceğini gösteriyor, anlatıyor. Onun gibi nicesi elbet yetişecekler” dedim tekrar Seyman’ın gözlerine baktım ve ekledim “O; işte bu inançla hala mücadele ediyor”. Seyman kısa fakat insan selini coşkulandıran konuşmasını “Karanlık ne kadar büyük olursa olsun, bir mum ışığı onu parçalar” diyerek bitirdi. İlham Perisi, Seyman sahneden inince “Seni şimdi çok özel bir ana götürmek istiyorum. Hazır mısın?” diye sordu.
Kafamı sallayarak cevapladım ve bu güzel gece sona erdi…
Uzun bir koridor. Koridorun sağında ve solunda numaralı odalar. Beyaz önlükleriyle ve telaşlı adımlarıyla oradan oraya koşturan hemşireler. İlham perisine endişeyle “Burası hastane peri. Neden buradayız!” diye sordum.
İlham perisi hava alması için yarı yarıya açık bırakılmış kapıya doğru bir adım attı ve “Yeni bir hayat var” diyerek odadan içeriye girdi. Ben de peşinden. Yaşar Seyman Hasta yatağında hafifçe doğrulmuş ve kucağında yeni doğmuş
bebeğini tutuyordu. Ziyaretine gelen bir dostu Seyman’a. “Adını ne koyacaksın Yaşar?” diye sordu. Yaşar Seyman hiç düşünmeden “Fırat!” dedi ve sonra bebeğine gülümseyerek yineledi “Adı Fırat olacak”. Arkadaşı küçük bir gülümsemeyle “Sen Anadolu musun ki, çocuğun Fırat olacak.” dedi. Gülüştüler. İlham Perisi’yle birbirimize baktık. Perime “Evet. O Anadolu. Anadolu gibi hayat dolu, mücadeleci.” dedim. Sonra Seyman’a doğru bir kere daha
bakarak “ O bir anne. O ‘Fırat’a Mektuplar’ın annesi. Onca kavganın, mücadelenin arasında bir çocuğun gelecek telaşını da taşıyacak olan bir Anadolu kadını. O telaşla hayata sıkı sıkıya tutunacak bir cumhuriyet kadını” dedim ve
perimin koluna girerek odadan çıktım.
Bir evin içinde kütüphanede buldum kendimi. İlham Perisi yüzümdeki şaşkınlığı görünce gülmeye başladı. “Peri
seninle bu konuda anlaştık. Beni germek hoşuna gidiyor biliyorum ama benim gitmiyor.” diye kızdım. Perim gülümsemeye devam ederek “Bence senin de hoşuna gidiyor. Üstelik şimdi tartışmayalım.” dedi ve kütüphaneden bir
kitaba alarak “Şuna baksana.” diye bana uzattı. Yaşar Seyman’ın ‘Umut Gün Işığında’ kitabıydı. Sonra bir bir kütüphaneyi karıştırıp ardı ardına uzattı kitapları ‘Yangın yeriydi yurdum’, ‘Altındağ-Hüznün Coşkusu’, ‘Kadın ve Sendika’, ‘ Fırat’a Mektuplar’.. Elimde biriken kitapları kütüphanenin ortasındaki masaya bıraktım ve “Peri dur! Kimin kütüphanesi burası?” diye sordum. Hiçbir şey söylemeden eliyle onu takip etmemi istedi ve küçük adımlarla
sessizce yürümeye başladık. Yaşar Seyman onu tanıdığım haliyle karşımdaydı. Perime “Ne yapıyor?” diye sordum. Kısık bir sesle “Yeni kitabının sonuna geldi. Bitirmek üzere.” diye cevap verdi. Aklıma Yaşar Seyman’ın bana “Hiç
çıkmadığım Ankara’dan ilk kez kitaplarla çıkıp dünyayı dolaşmaya başladım” dediği geldi. O kütüphane Seyman’ı türlü maceralara götüren, insanlarla buluşturan, ona dünyayı gezdiren yolculukların biletiydi. O kütüphane
insan hakları için, barış için, emek için hayatı boyunca mücadele vermiş bir kadının kendi hikâyesiydi. Ve yazdıkları, kanatlanıp insana uçan bir Anadolu Turnası’nın edebiyat denizinde dinlenmesiydi. İlham Perisi’ne “Rahatsız etmeyelim peri, artık dönelim.” diyerek Seyman’a son bir kez baktım…
Eve döndüğümde camın önüne koyduğum ve rüzgâra direnerek yanmaya devam eden mumun ışığı, salonun içine inatla ve titreyerek süzülüyordu. Tavana yansıyan ışığın gölgeyle dansına bir türkü eşlik ediyordu. “Allı da
durnam, telli de durnam/ Allı da durnam, telli de durnam/ Sinen de yaralandı mı?” İlham Perisi “Hatırladın mı?” diye sordu. “Nasıl unuturum bir turna göçüne karıştığımızı” diyerek cevap verdim. İlham perisiyle birlikte çıktığımız en özel yolculuklardandı. İlham Perisi tebessümle “Bugün de Anadolu Turna’sını gördük.” diyerek yanıma oturdu. İlham Perisi’ne gülümseyerek “Beni kandırdın peri. Daha yeni gelmiştim yolculuktan.” dedim. İlham Perisi istifini bozmadan “Aslında kandırmadım. Sana bir mum da ben yakabilir miyim diye sordum. Sende yak dedin.” diyerek her zamanki gibi muzip halleriyle bakışlarını benden kaçırdı. “İyi ki yaktın o mumu peri. Teşekkür ederim.” dediğimde hemen bana doğru döndü ve “Gerçekten kızmadın mı?” diye sordu. “Kızmak mı! Sen bugün bana çok güzel bir Emekçi Kadınlar Günü Hediyesi verdin.” dedim. Derin bir sessizlik sonrası “Hatay nasıldı?” diye sordu. Ona doğru dönerek “Biliyor musun Peri, gerçekten dünyayı güzellik kurtaracak, o güzellik de kadının eliyle mümkün olacak. Buna bir kere daha inandığım bir yolculuktu Hatay. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Hataylı kız kardeşlerimizle buluştuk. Bu hayatım boyunca unutamayacağım bir paylaşımdı.” dedim. “Peki Yaşar Seyman…
Bizim yolculuğumuz nasıldı?” diye sordu. “Çok merak ediyorsan okursun Peri.” diyerek ayağa kalktım ve su almak için mutfağa gittim. Salona döndüğümde İlham Perisi gitmişti.
Yaşar Seyman… O kendisinin dört “S”den ibret olduğunu söyler. Sendika, Siyaset, Sevgi ve Sabır… Sendika; hakkın ve emeğin, siyaset; hukuk ve adaletin kapısıdır onun için. Sabır ise umuttan gelir. Peki sevgi? Sevgi her şeyin
mayasıdır onun için. Hiç yorulmadan bir ömür maviliklerde uçabilmektir. insanların kalbine dokunabilmek ve yola bir sözle sarılmış o küçük kız gibi devam edebilmektir. Hayat ve sanatla bağı, mücadele azmi ve hevesinin kaynağı da aynı sevgidendir. Yaşar Seyman tüm kimlikleri, yaptıkları, hayalleri ve yolculuğuyla kadın olmanın gücünü, Cumhuriyet’in medeni yüzünü, hayatın sevincini temsil edendir. Seyman; ‘Gülü deste eyledim’ der. İlkleriyle, gülleriyle, aydınlık bir fikirdir o. O; Hüznün Coşkusuyla sanatın, sıcak yüreğiyle toplumsal duyarlılığın, mücadelesiyle barışın ve emeğin ödüllerle taçlandırılmış kadını… O; bu toprakların şansı, yorulmadan kanat çırpanı… O bir Anadolu Turnası…
Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]
Devamını OkuEkimin son günleri yaklaştığında hemen hepimizin bildiği, muhakkak bir yerde gördüğü “Biz Cumhuriyeti Böyle Kazandık” yazan o meşhur fotoğraf aklıma gelir. O fotoğraf biz olmanın ne demek olduğunu anlatan eşsiz bir anın ölümsüzleşmesidir. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi fotoğrafın her karesinde görüyorsun. Kucağında top mermisiyle ve tuttuğu sancağı ile kadınlar, savaş sırasında kamyonla yarışan kağnılar, pantolonu […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku