Ayşen ŞAHİN
Tüm Yazıları
Kadın Emek Öykü Destan
Ana Sayfa Tüm Yazılar Kadın Emek Öykü Destan

Yıllardır öyküler yazıyorum, neredeyse hepsinde kadınlar ana karakter oluyor.

Bazen aykırı, sıradışı bazen kendim kadar gerçeğe yakın kadınlar. Bu  memlekette başımıza onca şey geldi, yine de her teslim tarihine yetiştirdim bir öykü, hayal ettim, feyz aldım, kurguladım, uyarladım, yazdım. Ama gün geldi, dünyamızın ekseni kaydı. Toprak yerinden kaydı.

Bu sefer hikayeleri kadınlar yazdı. Bana yalnızca derleyip aktarmak kaldı.

Adana’ya inmiştim. Bir araçla arkadaşlar alacak, deprem koordinasyon merkezlerine gidecektik.

Havaalanı dışında bir bankta bekliyordum. Yanımdaki bankta bir kadın-bir erkek ve üç çocuk var.

Önlerinde ağzı bağlanmış büyük boy siyah çöp poşetleri, içleri belli ki giysi dolu.

Çocuklar küçük, gülüp oynuyorlar. Babaları da eşlik ediyor onlara, rengi atmış bir oyuncak tavşanı atıp tutuyor küçük kıza, oğlanı uçak yapan ablasına iniş komutları veriyor.

İster istemez bir gülümseme yayıldı suratıma. Kadının ayağındaki çorap üzeri giyilmiş terlikleri
görene kadar. Ayakkabısı yoktu. Çocuklar “Anne haydii” diye oyuna katmaya çalışınca birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Küçük olan, sarıldı annesine, “Üzülme anne, konteyner bulacağız bize.” 9-10 yaşlarındaki en büyükleri ablalık yapıyordu. “Emeklerine yanıyor annem, çiçekleri gitti, ağacı gitti, mutfağı gitti. Ağlama annem, yeniden çiçek bulur ekeriz sana.”

Emeğine yanmak: kadınların hayatının özeti. Kolay mıydı sırtına giydirilen bir evi yuva yapma vazifesini layıkıyla yerine getirip çöküşünü izlemek?

Evdeki görünmeyen emek, eşit işte eşit ücrete kavuşamayan emek, eşit yetenek ve tecrübede eşit işe kavuşamayan emek, çocuk dünyaya geldiğinde ücretsiz kreş bulunmadığından istihdamdan düşmek zorunda bırakılan emek, çaresizliğe dayalı kayıt dışı emek, elalem ne der kriterince sürekli sınırları zorlanan emek, erkeklerde geçerli bir kriter olmadığı halde kadın için titri-kıdemi hak etmek adına mükemmelliği aranan emek, özel hayat sınavına tutulan emek, biteviye kendini ispata zorlanan emek…

Deprem bölgesinde, arama kurtarma sertifikalı bir kadın arkadaşım anlatıyor. “Bir genç kadın geldi ekibe, görsen sarı saçlar, yeşil gözler, bembeyaz bir cilt, nasıl güzel, akça pakça. O “Arama-kurtarma sertifikam var.” dedikçe sürekli ortalığı düzenleme, çay demleme gibi işler veriyorlardı kadına. Üçüncü gün benim ekibe aldım, hilti görevi verdim, gözleri parladı. Tam 8 saat hilti kullandı, hiç teklemeden. Güzelliğinin ancak çay demlemeye yeteceğini düşünen o erkeklerin hiçbiri o kadar uzun dayanamamıştı o işe.”

Kadının emeğinin değeri fiziksel özelliklerinden hariç tutulamadı bu dünyada. Başarı, güzelsen o güzellik sayesinde, güzel değilsen başka çaren kalmadığından kendini işe verdin diye sanırlar. Kimse ihtimal vermez gerçekten zeki, çalışkan, azimli, yetenekli, güçlü ve sorumluluk sahibi olduğumuza.

Deprem anında ne mülki amirler açık havada, açık kameraya rağmen koşarak kaçarken, kadın hemşireler prematüre bebeklerin kuvözüne koşuyordu, meslek etiği ve sorumluluk sebebiyle. Bir arama kurtarma gönüllüsü kadın, kendisini uzaklaştırmaya çalışan adama haykırıyordu “Burada boy gösterirler anca, başka bildikleri yok. O enkazlarda neredeydiniz, biz o enkazlardan yüzden fazla ceset çıkardık, o zaman neredeydin, başkanmış…” Genelde malum, erkektir başkanlar…

Bütün süreçte; arama kurtarma sürecinin nasıl işlemediğini açıkça anlatan, uyuyun komutu almayı kendine yediremeyen, enkaza girdiğinde gördüğü korkunç görüntü yüzünden metanetini koruyamadığı için lojistik ve organizasyon gibi geri işlerde devam etmek üzere arama kurtarma ekip liderliğinden istifa ettiğini açıklayan da bir kadındı. Gelen tek istifa bu oldu ve en ahlaklısı, en etiğiydi.

Madencilerin açtığı dar alandan enkaza sürünüp depremzedeye molozlar içinde hijyeni sağlayıp tatlı dille damar yolu açan hemşireler, ilkyardım uzmanlarının çoğu kadındı. Bir kısım medyanın “Burada her şey kontrol altında” diye aktardığı habere dalıp gerçekleri haykıran kadındı.

Kim bilir kaç yazı yazıldı kadın emeğinin bulamadığı karşılık üzerine. Kaç tanesi, gözleri yaşlı bir kadının “Bir dolap için 17 sene para biriktirdim, bekledim, dolabı kurdum, deprem oldu. Ne diyeyim şimdi, canım sağ ama dolabı çıkaracağım içeriden, onu bekliyorum.” deyişi kadar açık ifade edebildi? 17 yıl beklenen dolabın bedelini masaya bahşiş diye bırakan patronlar da duysun dilerim o sesi.

Bölgede muhafazakar insanlar var. Kadınlar ömrünü ayıp telkini ile geçirmiş. Kadınlığa dair her şey ayıp kılınmış, dilleri susturulmuş. Kadınların suçu değil, toplumun ayıbı asıl. Yargılamadan, ihtiyaçlar kulaklarına rahat fısıldansın diye şehirlerden kalktı bölgeye gitti mor önlüklü kadınlar. Kadın sağlığı birimi kurdular, hijyenik ped dağıttılar. Bir çadır, bir ateş, bir lokma ekmeğe indirgenen temel ihtiyaçlara cımbızı bile eklediler. Her şeyini kaybetmiş bir insanın özsaygısını korumasına yardımcı olmak için.

Tarak, toka, cımbız, jilet ve temiz iç çamaşırı. Ancak kadın bilir kadının insani ihtiyaçlarını.

O gönüllüler; işinden aldığı yıllık izni deprem gönüllüsü olarak susuz, tuvaletsiz ve yıkanamadan geçirmeye harcayanlar, okulu uzaktan eğitime geçip yurttan çıkarılınca atlayıp bölgeye gidenler, enkazdan çıkıp göreve koşanlar, diploması tozlanırken başvurduğu işlerden yanıt alamayanlar, o gönüllülerin çoğu kadın hareketini ayakta tutanlar, kadın emeğinin günü 8 Mart’larda sokakları, alanları örgütleyenler, 25 Kasımlarda şiddete karşı dururken şiddete maruz kalanlar. Gönüllülerin dayanışma çadırlarını kaldırmaya geldiklerinde, onca gündür kardeş oldukları, el uzattıkları kadınlar vardı bu sefer kolluğun önünde, kadınların emeğinin arkasında. Dilleri susmadı, adımları geri basmadı. “20 gündür yoktunuz, şimdi mi geldiniz, aklınıza ilk bize yardım getireni buradan sürmek mi geldi?”

Depremin üzerinden bir ay geçti, hala ihtiyaç listeleri geziyor elden ele. Hala dayanışma ile dönüyor geceler güne.

Şimdi o derme çatma çadırlarda, bir yandan ihtiyaç sırasında, bir yandan o iptidai alanı temiz tutup hastalıktan kaçınmaya çalışan, çocuklar donmasın, ateş çadırı yakmasın, kimse aç yatmasın diye uğraşan, acından yanaklarının içini ısırıp dışından evladına ninniler okuyan, çocukları sağaltmaya çalışan, yine işin çoğu yükünü sırtlanan kadınlar var, kimsenin ayırdına varmadığı emeklerinin fazlasıyla farkındalar. Kendilerine uzanan gönüllü ellerine sallanan parmakların önünde cesaret kuşanan, bize acımayın, hakkımızı verin, sözümüzü kesmeyin, fikrimize yasak koymayın, beni bana anlatmayın, ne yaşadığımı ben biliyorum diyen kadınlar var.

Bunca yıldır bıkmadan her 8 Mart’ta kadınların emek mücadelesini anlattık binlerce koldan. Newyorklu tekstil işçisi kadınlardan sufrajetlere tarihi anlattık. Ev işçileri dayanışma sendikası kurdu, grev yasaklandığı dönemde bile kadın işçilerin direnişi göz doldurdu. Kadınlar pandemide hor görülen emeklerinin hesabını soruyordu. Türkiye’de emeğin mücadelesinde kadınlar bayrağı açmış en önde yürüyordu. Sokaklar herkese yasaktı, bir tek kadınlar alanları zorluyordu. Bu sene 8 Mart’a ayağımızın altından zemin kaymış halde giriyoruz. Geçmiş senelere göre; çifte su verilmiş çelik gibi irademiz, öfkemiz, kararlılığımız, inadımız, kavgamız.

Öyküler yine yazılır da dergilere, gerçek hayatta kadınların yazdığı direnişin adı destan diye geçer tarih kitaplarında. Bu sayıya bir destanın notunu düşmüş olayım böylece.

Yazarın Diğer Yazıları
Sabırla koruk…

Biz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]

Devamını Oku
Kutlama mı? Anma mı?

Bir zamanlar okullarda siyah önlük giyilir, kolalı beyaz yaka takılır ve 29 Ekim’lerde Cumhuriyet’i anlatmakta yetersiz kalan şiirler okulun sahnesinde, kürsüsünde bağıra bağıra okunurdu. Çünkü Cumhuriyet, bayrağın rengine övgüden, savaşa methiyelerden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı, çok daha hayatımızın içindeydi, etrafımızdaki her şeydi,oksijendi, suydu, nefesti. 1923’te tohumdu, ailelerimize geçtiğinde fidandı, biz ağaç yapacaktık, bizim […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku