İtiraf edelim. Anlaşamıyoruz. Aynı dünyada ama ayrı dünyaların insanlarıyız.
Birbirimize saygılı olmalıyız. Şüphesiz! Ve fakat varlığımız, birbirimizin dünyaya bakışına bağlı. Bu noktadaysa saygı, kurtarmıyor. Ne yazık ki kurtarmıyor. Bizi hayatta tutmaya yetmediği için, kurtarmıyor.
Çünkü birimiz hayatı kutsuyor, diğerimiz ölümü. Hayattan yana olanlar samimi, ölüm severler şüpheli. Hayattan taraf olanlar, şu dünyada mümkün mertebe haysiyetli yaşayıp gitmek istiyor. Bilimin, ilmin ve irfanın rehberliğinde örgütlenmiş bir mekânda yaşamak…
Vazgeçmiş görünenlerinse bilakis, hem buraya hem ötekine ipotek koyduklarını görüyoruz. Görüyoruz, onların Yunus olmadığını. Hem de hiç.
Hayat diyenler, dirseğini matematiğe, fiziğe, jeolojiye; ölüm diyenlerse kadere dayıyor. Nihai karar, çoğunluğun. Çoğulun adı okunmaz hayat oylamasında. Hayatımız, çoğun parmaklarının onayladığı kader planına tahvili.
… Zaferler ve yenilgiler, adı kader olan bilinmez bir yasaya göre birbirini izler, kader, felsefi olarak yoksun kaldığımızda, şu dünyadaki ya da herhangi bir yerdeki ikametimiz bize çözümsüz, maruz kılınacak bir lanet gibi saçma, ya da hak edilmemiş göründüğünde başvurduğumuz sözcüktür… Kader, mağluplar terminolojisinin gözde sözcüğü… Devasızlığa bir isim kadrosu bulmaya meraklıyızdır ve isimler icat ederek, felaketlerimizin üzerinde asılı aydınlıklarda bir hafifleme ararız. Kelimeler merhametlidirler. Narin gerçeklikleri bizi kandırır ve teselli eder… Böylelikle hiçbir şey istemeyen ‘kader’, bizim başımıza geleni istemiş olur… Tek izah biçimi olarak akıldışına vurgunuzdur onun, yalnızca aynı tabiattaki negatif unsurları tartan baht terazimizin kefelerini doldurmasını seyrederiz…”
Yıkıldık. Bir kez daha, bir kez daha… Ölmemiz Tanrı’nın takdiri, yaşamamızsa mucize olarak muştulandı bize, yine. Cioran’ın buyurduğu gibi işte: “Kader, mağluplar terminolojisinin gözde sözcüğü…” O hâlde, galip gibi görünen mağluplar, diye eklemeli. Ölmemiz kader, yaşamımız mucize: Bize vaaz ettikleri budur, galip mağlupların.
Yurt, sanki Kafka’nın Şato’su. Bilim de şato için tayin edilmiş, fakat kapısından içeri bir türlü sokulmayan kadastrocu K.’dir. O tayin de, esasen kazara yapılmıştır. Yurt, artık bir mecazdır. Aslolan odur. Varlığımız, varlığına armağan olmuştur, çoktan. Tüm dâhili ve haricilerin kastı vardır. Ahali, kendinden geçmelidir.
Nasıl?
Şışşşt! Estragon ile Vladimir konuşuyor, kulak
ver:
– Hiç hakkımız yok mu?
– Gülme iznim olsaydı, hâline gülerdim.
– Haklarımızı yitirdik mi?
– Hepsini okuttuk!
Okuttuk, yani kurtulduk tüm haklarımızdan onların bekası için! Şükür ki yıkımlara karşı bizim bir planımız var: Kader…
Onlar, çok büyük birer mimardır! Değil mi ki insanın fıtratını yeniden inşa ettiler, on yıllarda. İnsana, ölümün hayattan daha değerli olduğuna iman ettirdiler. İnsan, inanıyor ki evin, barkın kıymeti candan evladır. Candan geçilebilir.
O yüzdendir göz yumulması eksik harca, ince demire. Mühim olan insanın cebinden kâr etmesidir! Mal canın yongası ya, o hesap. Yongalar çöktü, canlar altında. Sesleri çıksa da binlercesinin, duymazdan gelinir. Çoktan motorları çalıştırılmış enkazcı greyderlerin gürültüsü sağır etmiştir. Kader planı çünkü…
Koştuk. Her yerden. Her yaştan. Ekmeğimizi de, yorganımızı da, kalbimizi de paylaştık. En iyi yaptığımızdır budur bizim. Vermek. Kara günde. Bunda kusurumuz yok. Kusurumuz almakta ve aramakta. Ölmekten öncesine ait; yaşamaya dair haklarımızı almak ve aramakta kusurumuz var. Ama işte, haklarımızı okuttuk bir kere! Ağlamak, acımak ve unutmak bastırıyor öfkemizi. Belli ki asıl böyle ölüyoruz. Böylesi ölüm, gelecek kuşakların da hayatını çalmıyor mu? Kazmalar, şimdiden onlar için vuruluyor toprağa. Peşinen! Maraş, Hatay, Adıyaman, Malatya, Antep… Biz orada olmayanlar… Koştuk oralara; enkaz altında kalanlara ve hasbelkader kurtulanlara. Yoksa kendimize mi koşuyorduk? Biz şimdilik yaşayanlar, neden kendimizi suçlu hissediyorduk? Neden onlar değil de biz? Bu nasıl bir plan? Kim yazmış bu bozulası planı, kim? Uyurken utandık, su içerken utandık, çocuğumuza sarılırken utandık, nefes alırken utandık. Sonra utanmakla bir şey yaptığımız sandığımız için de… Utanmaktan da utandık…
Semboller çağındayız. Belki de hiç çıkmadık bu çağdan. Misal, Babil’in kulesinden beri binalar, iktidarların güç nişanesi oldu. Sınırsızlık arzusunun dışa vurumu oldu göğe yükselen her büyüklük. Sayılar da sembollüktür. Tıpkı yüzyıl dönümleri gibi. Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Birileri laflarla kutluyor. Cumhuriyet’imizin en büyük sembolü kadındır. Onun şahsında özgürlüktür, ilericilik, adalet ve dayanışmadır. Yüz yaşındaki Cumhuriyet’i koruma […]
Devamını OkuEda Erdem Dündar, Ebrar Karakurt, Melisa Vargas, Gizem Örge, Zehra Güneş, Cansu Özbay, Hande Baladın, Simge Aköz, Ayça Aykaç, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Saliha Şahin, Aslı Kalaç, İlkin Aydın… Filenin Devrimcileri… Biz onların ellerine baktık. Filenin üstünde yükselen ellerine baktık, sadece… Eda’nın tek ayak üstünde zarif vuruşlar yapan ellerine baktık. Bir Pegasus gibi uçan Vargas’ın […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku