… sonsuza dek kapatabilmek için…
Gözlerini açtı çocuk, yavaşça başını kaldırdı. Elini sıkı sıkı tutmuştu annesi. Önce anlayamadı nerede olduğunu. Karanlıktı her yer. “Anne.” diye seslendi annesine. Ses yoktu. Bu defa daha yüksek sesle söyledi, “Anne!” Hiç cevap gelmiyordu annesinden. “Çok yoruldu demek ki, seslendiğimi bile duymuyor.” diyerek yüzü bembeyaz, yerde yatan annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Elinde kahverengi oyuncak ayısı ile bu karanlık yerden çıkabilmek için etrafa göz gezdirdi. Hiç ses de yoktu. Dizlerinin üstünde ilerlemeye başladı. Nihayet bir ışık belirdi. Çocuk, daha da hızlandı. Dışarı çıktığında bir boşluk karşıladı onu. “İyi misin?” diye bir ses duydu. Tanımıyordu bu sesi. Yabancı ses, tekrarladı, “İyi misin?” Çocuk, arkasını döndü bu defa, “Sen kimsin?” diye seslendi. “Tam karşındayım.” dedi yabancı ses. Karşısında bir apartmandan başka bir şey yoktu. “Apartman… Ama apartmanlar konuşamaz ki?” diye yargılayarak baştan aşağı inceledi onu. “Bu sözle çok karşılaştım ama evet, konuşuyorum. Sadece iyi olup olmadığını merak ettim. Sağ salim çıkan ilk kişisin sanırım, değil mi?” Çocuk anlayamamıştı, “Nereden sağ salim çıktım?” Apartman, yandaki enkazı işaret etti, “En yakın arkadaşımdı. Yan yana olmamız dışında temelimiz aynı gün atıldı ikimizin de. İlk katımız henüz inşa edilmemişti, denetlemeye geldiler bizi. İkimizi de aynı gün denetlediler…” Uzun bir sessizlik girdi araya. Çocuk: “İkiniz de aynı aşamalardan geçmişsiniz. Ama sadece biriniz ayakta…” Apartman, kendini toparlamaya çalışarak, “İşte o günden sonra değişti her şey. Farklı inşaat şirketleri yapıyordu bizi. Pahalı olduğu için onun kolonlarında çok az çelik kullanılmıştı. Tuğlalarını görseydin! Ustalar yerinden almak istediklerinde, en ufak bir dokunma ile parçalara ayrılıyorlardı. O günden sonra onu düzenli olarak denetlemediler.” Çocuğun anlamaya çalıştığı şey: O bina yıkıldıysa konuştuğu apartman nasıl dimdik durabiliyordu? Merakla sordu. “Beni yapan inşaat şirketi, hep en güvenilir malzemelerden gerektiği kadar kullandı. Ayrıca beni düzenli olarak denetliyorlardı. Bir de ben dört katlıyken o, on katlıydı. Sokakların dar olmasına aldırış etmeden sıkışık bir alanda on katlı bir binanın yapılmasına izin verildi yani!” “Evet.” dedi çocuk, apartman haklıydı, “Bizim evimiz dokuzuncu kattaydı. Bazen balkona çıkıyordum. Bulutlara çok yakındık, uçuyor gibi hissediyordum kendimi.” Apartmanın hoşuna gitmişti çocuğun betimlemeleri. “Hadi, kalabalığın yanına git. Seni görünce çok mutlu olurlar.” dedi sevinçle. Çocuk, çevresine baktı; hiç kimse yoktu etrafında. Tekrar apartmana döndü. Apartman, merak dolu gözlerine yanıt verdi, “Biraz ilerleyip sağa döndüğünde göreceksin.” Çocuk, mutlulukla koştu ona, “Bu, benim en sevdiğim oyuncağım. Buraya bırakıyorum, senin olabilir.” diyerek oradaki bir köşeye bıraktı. Sağa döndüğünde çok ama çok büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Bir tarafta ağlayan insanlar, bir tarafta gri bir birikintinin üstünde parlak renkli kıyafetli kişiler vardı. Yaşlı bir adamın, çocuğun yani kendisinin adını bağırarak söyleyerek ağladığını gördü. Bu sesi, bu yüzü tanıyordu. Ona doğru koşmaya başladı. Sert bir rica ile kıpırdamadan durdu yerinde: “Sessizlik!” Parlak kıyafetli insanlar, hep bir ağızdan bağırdılar, “Sesimi duyan var mı?” İkinci bağırışlarına bir yanıt geldi. Gri birikintiden aldıkları ses ile hızlı hareketlerle işe koyuldular. Sesin geldiği yeri tam olarak tespit ettikten sonra yaşlı bir kadını çıkardılar oradan, çocuğun anneannesini. Anneannesini öyle yatarken görünce hemen onun yanına gitmek istedi çocuk. Ama birikinti çok yüksekti, oraya çıkamazdı. Bir çıkış yolu bulmak için çabalıyordu. Anneannesi ambulansa, bir sedye yardımıyla götürülürken, “Oradalar! Torunum da yanımdaydı kızım da… Ne olur yardım edin!” Ağlayarak rica etti oradaki ekipten. Yaşlı kadının söylediği yerdekileri kurtarabilmek için beton yığınlarını, kişilere zarar vermeyecek şekilde kırmaya başladılar. Canla başla çalışıyorlardı. Görevli üniforması giymiş bir adamın, enkazın bir köşesinde oturmuş ağladığını gördü. Yanında başka bir adam, sırtını sıvazlayarak onu teselli etmeye çalışıyordu. Ama gözlerinden süzülen yaşlara engel olamıyordu. “Burada çocuk var!” sesiyle bakışlarını tekrar, yapılan çalışmaya çevirdi. Yaşlı adam, ambulansa götürülen eşinin yanından koşarak geldi: “Torunum! Yaşıyor mu? Ne olur bir şey söyleyin!” Ekipler çalışmaya devam ediyordu. Görevlilerden birinin, “İyi misin?” dediğini duydu. Ama içeriden ses gelmiyordu. Tekrar sordu: “Sesimi duyuyorsan duvara vur!” Yine hiçbir tepki yoktu. Betonları özenle kırarak çocuğu çıkardılar. Herkesin gözü yaşlıydı. Çocuk, dikkatlice baktı. Bu… Bu, oydu! Bedeni, beton yığınlarının arasından aşağı indirildiğinde yaşlı adam, hemen yanına gitti. Acı dolu bağırışları, gözyaşlarını saklamaya çalışan birkaç görevlinin de gözlerinden yaşların süzülmesine sebep oldu. Çocuk, yaşlı adamın yanına gidip: “Dede! Dede, ben buradayım; yanındayım. Dede!” diyerek onu görmesi için zıplamaya başladı. Ama dedesi onu ne görüyordu ne de duyuyordu. Çevrede koşturmaya başladı: “Ben buradayım! Beni görmüyor musunuz?” Hiç kimse tepki vermiyordu. Kimisi gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu, kimi yaşadığı acı dolu dakikaları unutamıyordu, kimisi bir umut sevdiklerine kavuşmak için bekliyordu. Ama kimse onu görmüyordu… Ambulansların olduğu yere doğru çekilmeye başladığını hissetti. Sağlık görevlisinin yaptığı kalp masajı ile hayata tutunabilirdi. Bedenine tekrar can geldi. Gözlerini açtı çocuk. Gökyüzünde ona gülümseyen birini gördü. Çok güzel, şefkatli bir gülümsemeydi bu. Kollarını açmış, onu bekliyordu. Çocuğun yüzünde ufak bir tebessüm oluştu. Çevredekiler: “Çocuk yaşıyor! Gülümsedi az önce!” diyerek umutlarını yeşertmeye başladılar. Çocuk, açılan gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Gökyüzündeki o samimi gülümsemeye baktı uzun uzun… Ve son kez gözlerini açtı çocuk, sonsuza dek kapatabilmek için…
Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]
Devamını OkuAnnesi kıyafetlerini düzeltirken Ata durmadan şikâyet ediyordu, “Hadi ama anne, törenin başlamasına çok az kaldı!” Annesi son olarak kırmızı papyonunu düzeltirken onu ikna etmek istercesine, “Tamam oğlum, bitti işte. Pek bir yakışıklı oldun!” dedi. Ata, karşısındaki aynada kendini süzdü, “Çok yakışıklı oldum, değil mi anne? Tıpkı Gazi Paşa’mız gibi…” Annesi gülümseyerek onayladı onu. O da […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku