O benim en iyi arkadaşım. Fitili eprimiş, boyası dökülmüş, yağ konulsa bile ışık vermeyecek bir gaz lambası olması bu gerçeği değiştirmez.
O benim kadirşinas, ferd-i yekta arkadaşım. Böyle eski sözler ettiğimde etrafımdakiler daha mutlu oluyor. Ediyorum ben de. Uyumlu biriyimdir. Riyakâr mı demeli? Olmayanı var göstermek, hem riyakârlık hem korkaklık zannımca. Bu yüzden herkesin yani çocuklarımın, torunlarımın, mahalle esnafının, konu komşunun ezberine uyuyorum. Aksi durumda yadırganan bakışlar, ardımdan hiç duyulmayacağını sanarak edilen sözler, hatta bazen yüzüme söylenenlerle baş etmek durumundayım. Bunlar kulağa basit şeyler gibi gelebilir ama yükü azımsanmayacak kadar ağır. İşte benim de bunu kaldıracak gücüm yok, hiç olmadı. Evet, ben korkak bir kadınım. Korkak ve yaşlı bir kadın.
Yaşım benim prangam. Giydiğim kıyafetten, ettiğim söze, mırıldandığım şarkıdan, kurduğum hayale kadar her şeyin, yaşadığım 78,5 seneye uygun olması gerekiyor. Aksi hal, “bunaklık” tanımına karşılık geliyor. İhtiyarlıkla çocukluk birbirine benzetilir, doğrudur. Çocukların da birbirine benzeyen küçük yaratıklar olduğu varsayılarak, hepsi için ortak terbiye yöntemleri yazar kitaplarda. Akşam göğünün renkleri gibi farklı karakterleri yok sanki. Artık beni terbiye edecek ebeveynlerim yok. Hatta akranlarım bile öte dünyaya göçtü. Yine de bir şekilde içine düştüğüm dünyada, bir şekilde hayatımda olanlar, benimle birlikte tüm yaşlılardan aynı şeyi bekliyor. Yaşadıkça farklılıklar eriyor, herkes aynılaşıyor mu? Gençlere göre, bedenindeki arazlarla yaşamaya alışkın, hiç canı sıkılmayan, hiç hayal kurmayan, bir ayağı çukurda tek tip insan buruşuklarıyız biz.
Kendimi rahat hissettiğim tek zaman, gaz lambam Feryal’le konuştuğum zamanlar. Ona bu ismi verdim, çünkü hali uymasa da düşlediğinin bu olduğuna eminim. Güzel, iyi görünümlü, genç, ışık saçan kız: “Feryal.” Ona adıyla seslendiğimde ikimiz de mutluyuz. Kızdığım, kabul etmekte zorlandığım ve düşlediğim şeylerden konuştuğumuz zamanlarda olduğu gibi.
Bu sabah da halleştik biraz. Pazarları, akşamüstü oldu mu kapım çalar. Oğlan, gelin ve iki torun… Hâlâ eli ayağı tutan bir babaanne olarak onlara börek, çörek hazırlamam icap eder. Bu yüzden iki sigara, bir acı kahveden oluşan kahvaltımı yapar yapmaz sokağın başındaki bakkala gittim. Kasaya “dit” sesi çıkaran bir alet koyduğu için kendini market sahibi sanan bakkal, yine bayat yufka ve nefaseti kaçmış ekşimik verdi. İçi fıstıklı renkli drajeleri ise
torunlara alıyorum sandı. Bozmadım. Sokakta hep karnım acıkır. Yürürken şu yeşil paketli, üçgen cipslerden yemeyi tercih ederim ama az önce dediğim sebeplerden dolayı yiyecekleri, cebimden birer birer alıp ağzıma atıyorum. Yine
de yakalandım. Paketin dibindekini almaya çalışırken çokbilmiş kuaför, selamıyla birlikte atladı kaldırıma. “Teyzeem nasılsıın? Ay onlardan yeme amaa, dokanmıyor mu sana?” “Dokanmıyor evladım, sen ve senin gibilerin üzerine vazife olmayan şeylere karışması kadar dokanmıyor.” diyemedim tabii. Zevzek! Ne konuşmayı biliyor ne doğru belli işini yapıyor. Adına güzellik merkezi dediği beş metre karelik dükkânında, gösterdiğim modeli yaşıma yakıştırmayıp saçlarıma aslan yelesi modeli yaptığı gün de böyle konuşuyordu. Kafa sallayıp geçtim yanından.
Eve geldiğimde üzerimdekileri çıkarıp “yaşıma uygun olmayan” renkli, rahat giysilerimi giydim. Feryal anladı halimi. Ne olduğunu sormadı bile. Biraz sakin olmamı, gece tansiyonumun çıkmasını istemediğini söyledi. “Böylece biraz şarap içer, Netflix’de dizi seyrederiz. Geminin içindekilere ne olmuş çok merak ediyorum. İstemezsen, ben müzik dinlerim, sen şiir falan yazarsın.” dedi. “Falan” deyince hepten köpürdüm. “Sen beğenmiyor olabilirsin Feryal Hanım ama dergilerin hepsi Ozan Uğur adıyla HANDE ÇİĞDEMOĞLU FERYAL gönderdiğim şiirleri beğenip yayımlıyor.” “Ben şiirleri değil Ozan’ı beğeniyorum. Âlemsin arkadaşım üşenmedin bir de sahte instagram hesabı açtın. Profil fotoğrafındaki adam, şu Arjantinli şarkıcı değil mi? Bir gün biri anlayacak rezil olacaksın.” dedi Feryal. “Ya ne yapsaydım? Kendi kimliğimle beni ciddiye alırlar mı sanıyorsun? Hem artık resmin cismin yoksa kelamlarının da bir önemi yok. Ne kadar güzel, ne kadar görünür ve aktifsen o kadar okunuyor yazdıkların. Okunuyor mu onu da bilmem. Hem kim nerden bilecek Sergio Denis’in gençliğini. Öldü gitti adamcağız. Adamcağız dedim ama pek yamandı rahmetli, aah ah!” diyerek başladım şarkısını mırıldanıp dans etmeye. “Si querés caminamos juntos, si querés inventamos el amor.” Feryal, fitilini titrete titrete gülerken “Hadi hazırlıklara başla artık. Birkaç saate gelir seninkiler.” diye uyardı. Şarkının ritmi bir anda yavaşladı.
Benimkiler. Bu güzelim günü neden benimle geçiriyorlar hiç anlamıyorum. Ben dahil kimse bundan memnun değil. Herkes ezberletilmiş vazifelerin peşinde. Oğlan evlatlık vazifesini yapıyor aklınca, diğeri karılık, çocuklar ise sevip sevmediklerini düşünme fırsatı bulamadıkları babaannelerine torunluk. Ben? İnsan; evladını, onun ailesini, bir araya gelmeyi, sohbet edip, yiyip içmeyi sevmez mi? Seviyorum tabii. Ama diyemiyorum işte. Pazar günleri şu ileride bitpazarı kuruluyor, bir grup genç de kaldırımda müzik yapıyor. Uzaktan seslerini duyuyorum, kimi popüler, kimi eski öyle güzel şarkılar söylüyorlar ki. Ben evde peynirli börek, alacalı kek ve limonata ikramı yaparken yanlarında sevdiğim şarkılara eşlik etme fırsatını kaçırıyorum. Üstelik evde, benden beklenen soruları sorup, sorulanlara beklenen yanıtları vermek zorundayım. “Okul nasıl gidiyor çocuklar?” Hâlbuki “İkiz olmak nasıl bir duygu, birinizin sevdiği çocuk ikinize de âşık olur diye korkmuyor musunuz?” diye sormak istiyorum. Gelin, “Anneciğim, maşallah iyi gördüm seni. Geçenlerde hastalanmışsın gelemedim de, aklım sende kaldı.” diyor. “Hadi oradan, anneymiş. Evlendiği adamı doğurdu diye birine anne demek ne saçma. İkimiz de birbirimizi sevmiyoruz, sevmemize de gerek yok zaten. Bari -mış gibi- görünmesek.” diyemiyorum da, “İyiyim kızım beni merak etmeyin, siz mutlu olun yeter.” diyorum. Elin kızına “kızım” diyorum. Kendi doğurduğum desen, aslında hiç tanımadığı annesinin gözlerine sevgiyle bakıyor, tanısa sevmez belki. “Bir ihtiyacın var mı annem?” diyor. “Var. Aşk! Bak nisan kokusu nasıl da bastı dört bir yanı. Şöyle kalbimin pırpırlanmasını özledim.” diyemiyorum da, “Sağ ol oğlum, yok bir şey. Ama gelmişken şu tansiyon aletinin pilini değiştiriver.” diyorum. Aslında elimden her iş geliyor, geçenlerde musluğun contasını değiştirdim. Ama oğlanın kendini iyi hissetmesi için, o gelmeden ufak tefek işler yaratıyorum. Onlar da benim iyi hissetmem için ellerinden geleni yapıyor. Herkes, bir yaşlının istediği şeyleri, nelere sevindiği, nelere üzüldüğü konusunda bilgi sahibi. Hatta bunları kendileri belirliyor. Sınırları aşan, çemberin dışına çıkanları ise teneşirin paklaması konusunda hemfikirler.
Feryal kıpırdanıyor. “Hişt, karardın da nerelere daldın yine? Kokuyu duymuyor musun, börek yandı hanım!” Umursamıyorum. Yufkanın iyice kömürleşmesini bekleyip oğlanı arıyorum.
“Oğlum, hah geldiniz mi? Çıkmayın yavrum yukarı. Böreği fırında unutmuşum, mahcup oldum. En iyisi şu ilerideki bitpazarının yanındaki pastanede buluşalım.”
1930 yılının sonları. Mustafa Kemal Atatürk, milletvekili ve bürokratlardan oluşan bir grupla dört ay sürecek bir yurt gezisine başlıyor. Gezi boyunca yanındakilerle sıkça sohbet ediyor, yeni kurulmuş bir devletin aydınlık yarınları için neler yapılabilir, onlarla birlikte düşünüyor. Her düşünce, her soru, her yanıt onun için altın değerinde. Yine bir gece, ufuk açıcı sohbetlere ev sahipliği […]
Devamını OkuÇocuk, okuldan eve döndüğünde kapıyı her zamanki gibi ritimli değil, alelade bir misafir gibi çaldı. Kapıyı açan annesini öptü, elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirmek için odasına gitti. Evi saran kurabiye kokusu bile onu neşelendirmemişti. Pencereden başını uzattı. Gökyüzü sonbahara yaraşır grilikteydi. Gördüğü bu rengi ilk kez kalbinde hissediyordu çocuk. Öğretmeninin son derste yaptığı duyuru her […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku