Ya da
Sözcüklere adanmış bir hayat
Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar.
Kavgamızı ve sevdamızı şiirlerle ifade ettiğimiz yıllardı. Özellikle 80 kuşağı; ucundan kıyısından, yanından yöresinden şiire bulaşmıştı. Ben de henüz ilkokul yıllarımda yaşadığım coğrafyanın etkisiyle sevdadan değil, kavga şiirlerinden dem vurmuştum. Özellikle sevda ile harmanlanmış Bir Gün Mutlaka şiirini ezberlemiş olsam da ileriki yıllarımda yazdığım şiirler kavgadan yana olmuştu hep!
“Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bunu söyleyeceğiz bin defa!
Sonra bin defa daha,
Sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla
Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda
Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla
Yürüyeceğiz çoğala çoğala…”
İşte Ataol Behramoğlu kavganın ve sevdanın adamıydı… Bireycilikten ziyade toplumcu şiirleriyle dönemin gençlerine ilham olmuş, sevdayı da kavgaya dahil etmişti. Pek çok şiiri dilimize pelesenk olmuş bestelerini, bazen sevgilimize fısıldardık bazen de kavganın ortasında haykırırdık… Sonra Behramoğlu’nu şairliğinin ötesinde tanıdık. Çünkü o Türkiye aydınlanmasının öncü isimlerden biriydi. Özellikle 60’lı yıllarda toplumcu kuşağın manifestosu olan Bir Gün Mutlaka, 1965 yılında yayımlandığında yeni toplumcu genç şairleri etkilemiş, birlikte yol almışlardı. Toplumcu şiir kavramını hayatımıza katmış, bireyciliği şiirlerinde eleştirmişti…
…“Ey halk diyorum, ey çocuk, derken bende bir ağlama İlençliyorum bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal
almaya İlençliyorum o laf kalabalıklarını, kurumuş yürekleri, bireyin kurtuluşunu filan İlençliyorum o kitap kurtlarını, bağışlıyorum sonradan”
Büyük iz bırakan sözleri ve yapıtlarıyla tarihimizin üstatlarından olan Behramoğlu; tiyatro yazarı, çevirmen, şair, akademisyen… Edebiyatın ve dilin duruluğunu sınırları aşarak anlatan kalemlerden. Çevirileri sınırları aşan usta şairin dergiciliğini de söylemeden geçmemek gerekiyor. 1970’te İsmet Özel ile yayımlamaya başladıkları “Halkın Dostları” dergisi geniş yankı uyandırdığında aynı yıl, Maksim Gorki’den çevirdiği “Yaşanmış Hikâyeler” kuşaklar
arasında ciddi bir bağ kurmuştu. Usta şair; bunun da ötesinde yurtdışı yolculuğunda Paris’te Louis Aragon ve Pablo
Neruda ile tanışmış, “Tesadüftü ve kuşkusuz paha biçilmez bir şanstı… Neruda’ya ancak özenebiliriz” sözleriyle ifade etmişti bunu, bir söyleşimizde.
Rus dilinden Türkçeye Puşkin, Çehov, Gorki, Turgenyev ve daha nice çeviriler, Türk, Dünya, Rus, Bulgar şiiri antolojileri… Çevirilerinde çevirdiği şiirin şairi olan, dili kusursuz kullanan, kavgada en önde, sevdada da “melankoli”yi sonuna kadar yaşayan Ataol Behramoğlu, dilin sınırsızlığıyla tanıştırdı okurunu… Dünya şairlerinden, Rusçadan, İngilizceden, Fransızcadan yaptığı çevirileri “Kardeş Türküler” adını vererek edebiyatta “sınırı aştı.” Dilin
sınırı olmazdı, gözyaşı her dilde aynıydı, acı her dilde aynı, kavga ve sevda her dilde aynı… Behramoğlu bunu başaran şairlerimizden… Çünkü o, zamansız şair olmayı kabul görmüştü. 93 Sivas’ta yakılan aydınlarımız için yazmamış mıydı? “Yaşamak bu yangın yerinde Her gün yeniden ölerek.” Öncesinde Gezmişler ve nicelerine… Ve Guevara’ya…
Kahraman bir yüreğin türküsünü söylemek istiyorum
Aslan türküsünü Guevara’nın.
Odalar ve sofalar kuşatmış beni
Sandalyeler, masalar, tabaklar
Gökyüzü kuşatmış beni, içim daralıyor
Gelenekler, korkular, kuşkular
Kuşatmış beni.
Rotat …
Kuşkusuz ki toplumcu şairlerimizin en öncülerinden Behramoğlu, ne kavgayı ne de sevdayı bıraktı ama kavga uğruna sevdaya ara vermişliği de oldu… Mesela;
“Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider.”
Yeri geldi Mustafa Suphilere destanlar yazdı… Yeri geldi bugün unuttuğumuz bir değeri, kavramı “iyiliği” yıllar önce bir araya topladığı şiirlerle anlatmıştı. “İyi Bir Yurttaş Aranıyor” dedi, ve Türkiye’de “siyasal kabare” türünün ilk
örneklerinden biri olarak birçok kez izleyiciye sunuldu (1981). Aynı yıl Yunanistan’da “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” adıyla yayımlanan kitabı, şiirlerinden yabancı bir dilde ilk seçmelerdi… Pek çok baskı yaptı…
Ataol Behramoğlu’nun hangi kalemini ele alalım ki bu kısa yazıda… Çok yönlü yazar, şair, çevirmen… Puşkin Nişanı almış aydın… Hangi yönünü ele alalım, hangi yönünü anlatsak eksik kalır… 80 sonrası yaşadıkları ayrı bir yazı konusu. Bir ‘Anka’nın doğuşu gibi… Öncesi koca bir hikâye… 2000’lerden sonrası ise Behramoğlu’nun inadı… Kavga inadı, sevda inadı ve umuda söz verdiği inat.
Belki o yüzden bahara sakladık güzel günleri ve doğumları. Belki de doğum bahardır Behramoğlu gibi. Belki de bir sözdür baharların geleceğine dair… Ve belki de bir sözdür doğumu bekleyen: İyi ki doğdun Ataol Behramoğlu!
Tarihin her evresinde cesaretleriyle var olmasını bildiler. Yok sayılmalara inat, tarihi yeniden yazdılar. Onlar kadınlardı! Kimilerini kitaplardan öğrendik, kimilerini adına yapılan anıtlardan… Kimilerini ise cesur girişimlerinin başlarına bela olmasından… Onlar kadınlardı! Tarihe iz bırakan kadınlardı… Tam da cesur, girişimci, aktivist, ilham verici kadınların hikâyesine odaklanırken Pelin Batu’nun Hayatın Seyrini Değiştiren Kadınlar kitabı gözüme ilişti. Sayfaları […]
Devamını OkuBahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Psikoterapist Prof. Dr. Bilge Uzun, anlam arayışının derinliklerine dalmanın ve anda kalmanın önemini vurgulayan mindfulness öğretisini kapsamlı bir hikâyeyle sunuyor. “Buda’yı Ararken Rumi’yi Buldum” adını taşıyan yeni romanı, okuru mistik bir yolculuğa çıkarıyor.
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku