Şiirde Vefa…
Sevgili Mustafa; sen bir şair, yazar, eğitimci ve aktivist olarak edebiyatımızda kendi yolunu zenginleştirerek yürüyenlerdensin. Hayatın içinden geçerken beslendiğin kaynaklar üstüne bir şeyler söylemek ister misin?
Mustafa Köz: Beslendiğim tek kaynak, hayat. Onun gecesi, lambasını da getiriyor. Beni besleyen hep hayatın bu “karanlık ve aydınlık diyalektiği” oldu. Hep umut var oldum hayata karşı. Ama öylesine kuru, tesellici bir umuttan söz etmiyorum. Dönüştürücü, eylemci bir “gelecek tasarımı” beni geliştirdiği gibi insana inancımı da diri tuttu. İnsanlığın sonsuz düşü; eşit, özgür, evrensel bir yeryüzü için elbette. Bu düşe inandığım için yazarak ve yaşayarak o lambanın ışığını karartmamaya çabalıyorum. O lamba, belki de kalbim. O karardığı zaman, dünyaya bakışım da karanlıkla örtülür. Buna nasıl izin verebilirim ki? Bunun için yaza kaza, düşüne düşleye yolumu ışıtmaya çalışıyorum. Bu yolda yalnız olmadığımı biliyorum. Hayatın kötülüklerden değil, iyiliklerden örüldüğünü bilen devrimciler var hâlâ yeryüzünde. Bir geleneğin iz sürücüleriyiz bizler, belki de bir geleceğin…
Kalbimizin kırıldığı yerde susmayacağız elbet.
İnsanlık tarihi, tüm politik-toplumsal yapısıyla sınıfsal bir tarihtir. Kaynaklarımdan biri de bu sınıf tarihi. Hayatın rengini anlamaya başladığım, aklımın bir şeylere ermeye başladığı günden beri sınıf çelişkileri büyüttü beni. Bu “görme eğitimi”, bir zenginlik benim için. Şiirlerimin kaynak şairleri de bireyi toplumsallık içinde önemli bir özne gören şairlerdi. Onlar da büyüttü beni. Latin Amerika’dan, Orta Doğu’ya, Uzak Asya’ya bu şairleri aradım buldum. Daha doğrusu, vicdanlarımız ortak sözcüklerle ortak bir şiirin büyük yatağını oluşturdu. Ayrı yataklardan akıp da gelen dereler, çaylar, ırmaklar gibi büyük, ışıklı bir denizde buluştuk o şairlerle. Nâzım’ın deyişiyle “büyük insanlık”, yani kol ve ruh emeğiyle çalışan yoksullar ve onların iyilikleri yeşertti beni. Onların hikâyeleriyle beslendim. Şiirim de onlarla büyüdü. Marx’ın “Anlatılan senin hikâyendir.” Kapital alıntısı, hayatımın da alıntısı oldu her zaman.
Şiirini yinelemeden yoğunlaştırmayı başarıyorsun, sahi bunu nasıl yapıyorsun?
Şiirin zamanıyla anların, olguların zamanı aynı değildir. Hep aynı anları yaşamıyoruz. Her zaman kırıntısı, kendi şiirini yazdırır. Bir şairin şiirlerinin birbirine benziyor gibi görünmesi anlamla, anlatılanla değil üslupla ilgilidir. Şair, aynı sözcükleri kullanabilir ama her olay, olgu farklı bir şiiri yaratır o sözcüklerle. Şiir, canlıdır çünkü ve her zaman değişir. Şair için en büyük tehlike; kendisine benzemesi, kendisine öykünmesidir. Bu öykünme, şairi aynı sözcüklere tutsak edeceği gibi, aynı temalara da tutsak eder. Oysa şiir, doğası gereği devingen ve devrimci bir dildir. Dondurulamaz ve baskılanamaz. Mutlak bir üslubu yoktur şairin. Şair, şiiri yazdıktan sonra öldürür o şiiri. Ondan kurtulmadıkça yeni şiire varamaz, sizin deyişinizle yoğunlaşamaz. Bilinir ama yeniden söylemekte yarar var. Şiirin biçimini belirleyen içeriğidir. Her içeriğe de aynı biçimi, dili giydiremezsiniz. Sokağı yazacaksanız sokağın sözcükleri, ev içini yazacaksanız evin sözcükleri gelir oturur şiire. Konuşurken de böyle değil midir? Sokağın dili eve göre daha serttir, hırçındır. Kara şiirin dilidir, ev ise daha evcil sözcükler ister. Diyelim K. İskender’in diliyle Behçet Necatigil’in dili benzer mi birbirine? Benim için de böyledir bu. Sokağı anlatacaksam başka, varoluşumu didikleyeceksem başka bir dil kullanmam gerekir.
Sözcükler hayatın dilidir, yaşadığımız sürece anlıyorum.
Sözcükler şairlerin değil, şiirindir. Şiir söyler şaire hangi sözcükleri kullanması gerektiğini. Şairse sadece sözcüklerin elçisidir. Şiirim de bunun için her kitabımda farklı bir patika açıyor kendine. O patikada yolumu, yeni sözcüklerin ayak izlerini arayarak bulmaya çalışıyorum. Arayış sürdüğü için de şiir sürüyor. Hep kendimi yineleyip bir yere varmış olsaydım yol da şiir de biterdi sanırım. Hiçbir şey yazamazdım, hayatın değişkenliği; yeni şiirlere götürüyor beni, yeni patikalara…
Dergi çıkarmayı seviyorsun. Şiir okulu da denebilecek dergileri çıkarmak kolay bir iş değildir, hem de hiç değildir. Seni çıkardığın “Şiir Oku” dergisinden beri izlerim. Bugünlerde de Çıngıraklı Sokak şiir gazetesi… Bu yoğun emeği verirken “dergicilik” hakkında neler söylersin?
Kimi şairler için “dergicilik” bir “baba mesleği”dir neredeyse. Bezzazlık, kalıpçılık, yemenicilik, kunduracılık, aktarlık gibi… Ustasından öğrendiğini sürdürmek ister. Ustalar iyi olunca da meslek, bir tutkuya, hastalığa dönüşür. Dergicilikte ustalarım, kuşaktaşlarım oldu, onların dergilere verdikleri emeği biliyorum. Cemal Süreya, Halil İbrahim Bahar, Enver Ercan, Abdülkadir Budak, Turgay Fişekçi, şair olmasa da “şairler dostu” olan Memet Fuat… Onlar dergiden, dergilerinden çok şey öğrendiler. Bizlere de çok şey öğrettiler.
Ben de bana ulaştırılan ya da (o zor koşullarda) edinebildiğim dergilerle dergici oldum. Hatta sen de çıkardığın dergileri ulaştırırdın bana hiç unutmam bunları.
İyi bir dergici, “diğergam”dır; kendinden öte, başka şairlere kapı açar, onların iyi şiirleriyle sevinir. Kendi yazmış gibi gönenir. Şiirin bir “mirî malı” olduğunu bilir. Bunun için verir onca emeği, onca zamanı dergiye. Yoksa ne gam! Kendi şiirinden başkasına bakmaz, dergi için değil, kendi yazdıklarının parlatmak için uğraşırdı. Öte yandan dergiler, evrensel şiir belleğinin önemli dilsel araçlarıdır. Görsel araçların bunca baskısına karşın yeryüzünün her yerinde hâlâ şiir dergileri çıkıyorsa bu bellek eğitiminin gerekliliğine inanmalıyız. Buna inandığım için dergiden kopamıyorum. Evet, dediğiniz gibi Şiir Oku’ndan sonra şimdi de Çıngıraklı Sokak… Nasılsa iflah olmayacağım, bu kez de bir şiir gazetesiyle sürdüreyim dedim hastalığımı. Aylık bir gazete çıkarıyorum. Şiire ve hayata bakan bir gazete… Ne diyelim, ömrü uzun olsun! Batarsa bakarız. Delinin sırtında parçalanırmış gömlek…
Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanlığı yaptın, ondan önce ve sonra da edebiyat örgütlenmelerine yoğun emek verdin. Sence günümüzde edebiyat örgütlerinin yeri neresidir ve nerede olması gerekir?
Bizim gibi ceberut yönetimlerin her zaman gemi azıya aldığı ülkelerde yazar örgütlenmeleri, “vicdan oluşumları”dır. Ne yazık ki yazarların özgünlüklerinden çok, özgürlüklerini aramak zorunda kalırlar. Oysa işleri yazının özgünlüğü ve yazma özgürlüğü üzerine kafa yormaları gerekmez mi? Düşünce üretme, yayma, toplumu yazıyla dönüştürme, estetik bilinç oluşturma gibi yazının içinde olan alanlar yerine siyasal baskılarla cebelleşmek, bu örgütlerin başat işlevlerini yerine getirmelerini önlüyor.
Ataol Behramoğlu sürgünden geldiğinde TYS’yi birlikte yeniden güçlü hale getirmek için çalışırken senin de emeğin vardı.
Bu baskılar, kıstırılan yazar kuruluşlarının üyelerini de örgütlerinden uzaklaştırabiliyor. Etliye sütlüye karışmayan yazarlarsa bu kuruşları bir mücadele alanı olmaktan öte, imza günleri, salon buluşmaları düzenleyen bir “sosyete kulübü” gibi görmek istiyor. Bu bakış, yazarı bağlı olduğu yazar örgütüne yabancılaştırıyor. Böyle olunca da
bu örgütler, yönetimlerin sırtında bir kambura dönüşebiliyor. Kurumlar hantallaşıyor, hareket alanları daralıyor. Oysa bir yazar, bir yazar kuruluşuna üye olmuşsa böyle bir ülkede toplumsal bir görevde üstlendiğini bilmeli.
Böyle bir vicdani sorumluluk taşımayacaksa üye olmanın ne yararı olabilir ki o yazar örgütüne? Yazar, şu soruyu sorarak o örgütte olmalıdır: “Bu yazar örgütüne ben ne verebilirim?” Ama çağın hastalığı yalnızlık ve bencillik, şu
soruyu sorduruyor yazara: “Bu örgüt, bana ne verebilir?” Yazar örgütleri hayır kurumları değil, ortak mücadele alanlarıdır. Vermeden almayı istediğinizde bu kuruluşlar, kalbiyle çalışan birkaç yazarın emeği ve zamanıyla yönetilmeye başlıyor. Acıdır bu. Türkiye Yazarlar Sendikası başkanlığımda da gördüm bunu, diğer yazar örgütlerinin işleyişinde de. Kurum yönetimlerindeki küçük iktidar savaşlarındansa söz etmeye bile değmez. Kurumların işlevsizleşmelerinin,ağırlaşıp yavaşlamalarının bir nedeni de bu. Elimizde ülkenin onca derdi ve kederi, yazarının onca sorunu varken neyi paylaşamıyorsak!
Bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum sevgili
Kardeşim Mustafa Köz.
Senin edebiyat dünyamızdaki cesur yanını hep takdir ederim. İlk şiir kitabın “Ay Işığı Karanlığı Yırtarken”i henüz 20 yaşındayken yayımladın. Gazetecilik yaptın, öğretim üyeliği yaptın… Yani hep yazının içinde oldun. Kitaplarına kitaplar ekledin ve hiç geri çekilmedin. Buradan başlayalım istersen… Öncelikle “geri çekilme” faslından başlayalım. Edebiyatta bu yıl 40. yılım. Bakmayın gencim diye ortalıkta dolaştığıma! Şiir […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku