Milatlar yorgunuyum. Yaşımdan çok, milatlar sözü verildi bana bu ülkede.
Bir başka diyarda, asırda bir günde ancak yaşanacak acılar, neredeyse yılda bir başımıza geldi bu topraklarda. Şaşırmayı unuttuk, eşiksiz ve belki de hissiziz artık…
Kendimi bildim bileli… Evet, böyle bir zaman taşı dikersem milat diye ve de başlarsam anlatmaya… Eloğlu inanmaz da siz inanırsınız. Çünkü siz de tanığısınız her birinin.
Çünkü siz de tanığısınız her birinin. Mekaniğinden elektroniğine kadar modern ve post-modern darbelerin her türlüsünü yaşadık.
Başbakanından gazetecisine, biliminsanından iş insanına kadar nice suikasta tanık olduk: “Bir Pazar sabahıydı, Ankara kar altında…”
Ve binlerce faili meçhulün, devlet defterlerine işlendiğini okuduk: Ellerinde çoğu siyah beyaz fotoğraflarıyla Cumartesi Anneleri…
Şarkıdaki gibiydi: “Şehirlere bombalar yağardı.”; kimileyin bir öğretmenin sınıfına, kimileyin bir bebeğin pusetine.
Şairimizi de ozanımızı da yaktılar diri diri: “UnutMADIMAKaklımda…”
Gün oldu; tüm trajedilerimizin failleri, kazara bir kamyonun çarpmasıyla ifşa oldu Susurluk denen yerde.
Ve alın terimizi koyduğumuz cüzdanlarımızda nice yangınlar çıktı. Ama hep aynı tabakadan olanlar fakirleştik. Olsun, ülkemiz hızla büyüyordu biz küçülürken!
Hatırlıyorum, gençtik henüz. Kanımız kaynıyordu. İkincisi vaat edilerek birincisine küstürülüyorduk Cumhuriyet’in. Avrupa rüyalarıyla, ileri demokrasi masallarıyla kandırıldık; aldatıldık. Yüzüncü senesinde şimdi, birincisini arıyoruz; mumla.
Ağır yaramızın olduğu şu günlerde yine dilimizde aynı uzun hava: Maraş, Maraş uy aman, Maraş…
Ve yine bir milat vaat ediliyor: “Unutursak…” Unutursak Maraş’ı, Adıyaman’ı, Hatay’ı… Oysa kaç milat unuttuk, leylim ley! Cuntaları unuttuk; Mumcu’ları, Üçok’ları, Dursun’ları, Göktepe’leri de… Madımak’ları, Susurluk’ları, Soma’ları, Çorlu’ları da… 24 Ocak’ları, 5 Nisan’ları, 2001’leri, 2008’leri…
Gölcük’leri, Düzce’leri, Van’ları ve işte daha dünkü Maraş’ları, Hatay’ları bile unutmaya başladık. İlk gün, ikinci gün, bilemedin üçüncü gün… İrkildik, öfkelendik ve utandık; yemekten, içmekten, uyumaktan.
Ama 40’ları çıkmadan toparlandık. Acımızı, en duygulu kelimeler ve en hüzünbaz pozlarımızla sağalttık. O ‘kelimebaz şairler’ de nemalandı; Maraş’tan, Antakya’dan.
Alem gördü yasımızı. Bağışımızı yapıp vicdanımızı da rahatlattık. Tamam. Döndük normalimize, sosyalimize. Yine de duyarlılığı elden bırakmıyoruz. “Depremi unutma, unutturma.” diyoruz, hatırladıkça.
İtiraf: Unuttuk çoktan, ne yazık ki. Başladılar bile yeni betonları dökmeye, ölüleri örten, enkaz olmuş betonlar kaldırılmadan. İstikballeri için, doğacak çocuklarımızın istikbalini de yok edecek olan demiri eksik betonlar… Yıkımın yanı başında alelacele temeller kazılıyor ve yine suyun yatağına. Görmüyor gözleri hırstan göçükleri tırnaklarıyla kazıyan ellerin de hâlâ kanadığını.
Bir milat daha başlamadan bitiyor.
“Unutmayacağız!” derken çarçabuk unutarak, unutturularak…
Hatırlıyorum: İlkokul sıralarında belletilmişti jeopolitik kıymetimiz. 7 bölge, 4 iklimimizle, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizle, bağımızla bahçemizle, dağımızla ovamızla; gölümüzle denizimizle, suyumuz ve ormanımızla ne güzeldik, gezsen Anadolu’yu…
Yüzüncü yaş gününde yurdumun, Mahzuni söylüyor: “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana…” Ama sofrasında bol hamaset var. Yoksulluk yazgı, ölüm yazgı. Ah ulan kader(!)
Unutursak… Unutuyoruz ama… Her defasında ve unuttukça daha unutulmaz trajedilere uğruyoruz.
Yeminler ederek unutmamayı becermek mümkün değil. Dilek ağaçlarına çaput bağlasak
da unutuyoruz. Unutturuyorlar. Bu toprakların töresidir, unutarak acıyı bal eylemek. Yüzleşmek, hatırlamak ayıp sayılır, tehlikeli de… İki şehrin futbol kavgasının trajedisi dahi, konuşturulmayarak unutturulmuştur. İki şehir, ölülerin yasını tutamamıştır birlikte.
Bugün de bu yurt, 11 şehrini unutmaya terk ediliyor yavaş yavaş. Usul usul sallıyorlar beşiklerimizi. Ninni niyetine, dev gibi vaatler fısıldıyorlar kulaklarımıza Adiloş Bebe. Öfkemiz ve ölmemiz, malla mülkle takas ediliyor can pazarlarının gözyaşları dinmemişken. Ki yarın da o malın mülkün altında kalmayacağımızı vaat etmiyorlar. Dertleri bize derman değil; verilmiş ferman, kendi üç günlükleri için.
Unutursak… Unuturuz, sadece dilimizde bir söz olursa bu ant. Unutmamak, bir eylemdir. Ki değişsin yazgımız…
Semboller çağındayız. Belki de hiç çıkmadık bu çağdan. Misal, Babil’in kulesinden beri binalar, iktidarların güç nişanesi oldu. Sınırsızlık arzusunun dışa vurumu oldu göğe yükselen her büyüklük. Sayılar da sembollüktür. Tıpkı yüzyıl dönümleri gibi. Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Birileri laflarla kutluyor. Cumhuriyet’imizin en büyük sembolü kadındır. Onun şahsında özgürlüktür, ilericilik, adalet ve dayanışmadır. Yüz yaşındaki Cumhuriyet’i koruma […]
Devamını OkuEda Erdem Dündar, Ebrar Karakurt, Melisa Vargas, Gizem Örge, Zehra Güneş, Cansu Özbay, Hande Baladın, Simge Aköz, Ayça Aykaç, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Saliha Şahin, Aslı Kalaç, İlkin Aydın… Filenin Devrimcileri… Biz onların ellerine baktık. Filenin üstünde yükselen ellerine baktık, sadece… Eda’nın tek ayak üstünde zarif vuruşlar yapan ellerine baktık. Bir Pegasus gibi uçan Vargas’ın […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku