Zafer KÖSE
Tüm Yazıları
Yangın Yerinde Buluşmak
Ana Sayfa Tüm Yazılar Yangın Yerinde Buluşmak

Evet, Ataol Abi’m… O sahil yok artık, o midyeler de bitti, onlar da gitti zaten… Ama biz hâlâ devam ediyoruz seninle. Taze midye kabuklarının arasından hayata bakarak ve akarak… Seviyorum seni… Merak etme, bu bitmez… Ben hâlâ dalıyorum…

1 GÜLER KALEM970’lerin ilk yılları. Sirkeci Postanesi’nin önünde, genç Nihat Behram, Paris’ten gelen zarfı heyecanla açıyor. İçinden çıkan “Halkın Dostları” dergisinin sayfalarını aynı hızla çevirmeye başlıyor. 12 Mart Darbesi’nin tüm şiddetiyle etkisini sürdürdüğü bu günlerde, bu derginin yayına devam etmesi önemli bir direniş anlamına geliyor. Ağabeyi Ataol Behramoğlu’nun canını kurtarmak için Paris’e gitmek zorunda kaldığı bu aylarda, bu iş kendisine düşüyor. Nihat Behram, geçen sayıda Pablo Neruda’nın ünlü bir şiirini yayımlamıştı. Ve dergiyi ağabeyine göndererek o günlerde Paris’e taşınan Neruda’ya ulaştırmasını istemişti. Bakalım, ne tepki gösterecekti Şilili usta?

Neruda, sosyalist Allende hükümeti döneminde, Fransa’da Şili Büyükelçisi olarak bulunuyor. Şili’de henüz 11 Eylül 1973 Darbesi yapılmamış. Ama ne yazık ki Türkiye’de kanlı günler yaşanıyor, barbarlıklar büyüyor.

Söyleyin gidiyorum
Dönemem belki geri
Gelsinler anılarım
Uğurlasınlar beni

Sonraki yıllarda Nihat Behram da memleketinden ayrılmak zorunda kalacak. Başka birçok büyük sanatçı gibi, birçok dostu gibi,

Söylemeyin bu akşam
Sevdiğim ağlamasın

1990’ların ilk yılları Livaneli, telefonu kapatınca eşine dönüp, “Ataol” diye belirtiyor, görüştüğü kişiyi. “Metin de İstanbul’daymış. Üçümüz bir araya gelelim diye aramış.”

Zülfü Livaneli, Ataol Behramoğlu ve Metin Altıok, bir türlü ilk gençlik yıllarındaki gibi toplanıp görüşemediler. Otuz yıl önce, geçim dertleri içinde yaşayan ve dünyaya aynı duyarlıkla bakan bu üç insanın yolları kesişmiş, dost olmuşlardı. Sonraki uzun yıllar boyunca bağlantıları hiç kopmadı. Ne var ki bir türlü üçü aynı anda görüşemedi. Bazen Ataol’la bazen de Metin’le buluştu Zülfü. Bazen de bu iki dostunun buluştuklarını duyuyordu, kulakları çınlıyordu.

O günlerde, Livaneli’nin kafasında, farklı bir albüm hazırlama fikri gelişiyor.

Osmanlı sarayındaki Batılılaşma eğiliminden dolayı Dede Efendi, Hacı Arif Bey gibi müzisyenler gözden düştüklerini hissettikleri için saray dışındaki insanların dinlemesini hedefleyerek çalışmalarına devam etmişlerdi. Bu sürecin sonunda, Zeki Müren’e de ulaşan, bunca yıldır halkın yaygın dinlediği, bu kültürün parçası olan bir müzik türü ortaya çıkmıştı. Adına sonradan “sanat müziği” dendi.

Bir de elbette, halkın kendisinin ürettiği bir müzik var. Çeşitli yörelerde, çeşitli tavırlarda yaratılan Anadolu’nun yüzlerce yıllık günlüğü niteliğindeki müzik. Birçok çağdaş müzisyen gibi Livaneli’nin de beslendiği dev bir kaynak.

Bu iki müzik türünü dinleyen insanlar, genellikle birbirine karşıt anlayıştaymış gibi görüldü. Bu iki sanat hattının buluşacağı bir albüm için çalışmalara başlıyor Livaneli.

Zülfü, arkadaşlarını arayıp buluşma gününü biraz ertelemek zorunda olduklarını, haftaya Yunanistan’a gideceğini anlatıyor.

Yine acı acı çalıyor telefon. Bu kez Metin. Ataol’la konuştuğunu söylüyor, gelecek hafta buluşmak için uygun olup olmadığını soruyor.

Her telefon çaldığında yüreklerin ürperdiği yıllar bunlar. Ondan önceki on yıllar gibi. Aslında sonrasındaki on yıllarda da her an bir kötü haber gelebileceği kaygısı hiç kaybolmuyor; sadece, telefon aygıtlarının gelişmesinden dolayı, o tedirgin edici zil sesleri değişiyor.

Defalarca bu şekilde gerçekleşen haberleşmelerden sonra, bu sefer kesin biçimde anlaşıyorlar. Metin Altıok, Pir Sultan anmasına katılmak üzere Sivas’a gideceği için son kez erteledikleri üçlü buluşmalarını 10 Temmuz günü gerçekleştirecekler. İçlerinden birinin işi çıksa bile buluşmayı değil, o işini erteleyecek. Üçünün bir araya gelmesine hiçbir şeyin engel olmasına izin vermeyecekler.

2 Temmuz 1993. Livaneli, köşe yazısını yazarken gazetedeki odasında telefonun uğursuz sesi çınlıyor. Açıyor…

Dehşetle dinlediği sözler üzerine telefonu kapıyor, aceleyle kalkıp televizyonu açıyor. Sivas yanıyor! Şehrin ortasında, ülkenin önemli aydınlarının ve sanatçılarının kaldığı otelden alevler yükseliyor. Binlerce kişilik yobaz güruhu, şehvetle büyütüyor ateşi. İnanamıyor Livaneli! Birazdan bitecek bu saçmalık, diye düşünüyor.

Bu oteldeki arkadaşlar nasıl kurtarılacak acaba? Siyasetçiler nasıl hareket edecek? O kalabalığın içinden ne zaman birileri çıkıp diğerlerini uyaracak? Ne kadar sürecek bu saçmalık? Dakikalar, saatler geçtikçe Livaneli’nin şaşkınlığı artıyor. Maraş’ta, Çorum’da, 6–7 Eylül İstanbul’unda yaşananlar memleketin hafızasında o kadar canlı ki! İçinde bir dehşet büyüyor. Anadolu vicdanının, beyninin, ruhunun yakılmasını daha ne kadar izleyecek devlet güçleri?
Metin de orada, alevlerin yükseldiği Madımak Oteli’nde. Dört yüz yıldır çalınıp söylenen türküler tutuşuyor, kalem tutan eller kurban ediliyor dinciliğe. Pir Sultan’lar yanıyor. Bu memleket, bir daha bugünü yaşamamış gibi olamayacak!

1996 Stüdyoda, hazırlanan kasetin son kontrolleri yapılıyor. Sivas Katliamı, Mumcu suikastı, belediye başkan adaylığı, kalp spazmı… Livaneli’nin fırtınalarla geçen bu birkaç yıl boyunca hazırladığı albüm çalışması sonunda
tamamlanıyor.

O yangın yerinden Metin Altıok ağır yaralı olarak çıkmıştı. Ancak altı gün yaşayabilmişti. Metin’le bir daha görüşemeyecekler. Eski günleri konuşamayacaklar. Yeni şiirlerini okuyamayacaklar. Üç arkadaş oturup rakı içemeyecekler.

İki müzik türünün bir tür sentezi gibi başlayan bu albüm çalışması, üç dostun buluşmasını sağlıyor. Albüme adını veren şarkıda, sonunda buluşuyorlar. Çünkü; Metin’in bir sözünün anıldığı, onun adının geçtiği ve Ataol’un yazdığı şiiri, Zülfü besteledi. Son kontrolünü bitirince stüdyo yetkilisine başıyla onay işaretini veriyor.

Toplanır ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
Aldırma diyor gülerek

Yaşamak görevdir yangın yerinde
Yaşamak insan kalarak

1970’lerin ilk yılları. Sirkeci Postanesi’nin önündeki genç Nihat Behram, ağabeyinin Paris’ten geri gönderdiği derginin o sayfasını titreyen elleriyle açıyor. Neruda, kendi şiirinin yayımlandığı sayfaya palmiyeler çizmiş. Demek palmiyeler göndermiş usta, selamlar göndermiş memleketimize.

Dizeler, palmiyeler, barikatlar… Dünyanın güzel insanları bir yolunu buluyor, ille buluşuyor.

Üç gençlik arkadaşı, konser meydanlarından Anadolu dağlarına yükselen “Yangın Yeri” şarkısıyla, diğer dostlarına da selam gönderiyorlar. Bu ezgi, o dostların anılarıyla dolaşacak memlekette. Uğur Mumcu, camı çatlamış bir çerçevenin ardından hep öyle dirençle, sevgiyle bakacak. İlhan Erdost da hep gülümseyecek öyle esmer. Nurhak’ta vurulup düşen Sinan’ın yüzünde, asla bir pişmanlık görülmeyecek. Berkin’in kaşları artık çatılmayacak, Ethem’in dostluğu hiç eksilmeyecek. Ve diğerleri, memleketini sevdiği için, dünyayı sevdiği için, güzellikten yana olduğu için hayatları yakılan dostlar…

Ve bizler… Kaybettiğimiz canlarımızdan geriye birer boşluk kalmaması için, onların anılarıyla, düşmana benzemeden, daha güzel yaşayacağız. Onların direnciyle, daha yiğit biçimde hayata devam edeceğiz. Bu yangın yerinde insan kalarak…

Yazarın Diğer Yazıları
Güzel Bir Yıl İstiyoruz, Yaratacağız!

İçimizde yeni bir umut gibidir, yılbaşını kutlama saadeti. Henüz büyümemiş olan en güzel çocuğun, henüz girmediğimiz en güzel denizin, henüz yaşamadığımız en güzel günlerin varlığını bilmenin bahtiyarlığıdır. Nazım okuru olmanın bilincidir. Yüzyıl gibi veya saat gibi zaman ifade eden terimleri, tabii ki insanlar uydurdu. Üretim ilişkilerinin gelişmesi ve hayat mücadelesinin karmaşıklaşması nedeniyle ihtiyaç duyuldu bunlara. […]

Devamını Oku
Hepimiz Birimiz İçin

Asaf, on bir gündür babasının gözlerini üzerinde hissediyordu. Aslında daha önce de bazen böyle olurdu. Okulda bir matematik problemini çabucak çözdüğünde, bunu gören babasının gurur duyduğunu hayal ederdi. Hele bu dönem okullar açıldığından beri, okulda babasının takdir edeceği başarılar elde etmeyi daha çok önemsiyordu. E, sekizinci sınıfın dersleri hiç kolay değildi. Futbol oynarken de kenardaki […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku