Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri görüldü.
Kargalar, erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz, yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem“
-Sürgüne tanıklık eden yaşlı bir Çerkes
SÜRGÜN: Ceza olarak belli bir yerin dışında veya genellikle uzak olan belli bir yerde oturtmak.
TEHCİR: (Zorunlu göç) bir topluluğu yaşadığı yerden göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme.
SOYKIRIM: (Jenosit veya Genosit) Irk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum veya herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen toplulukların, çıkar amacıyla ve yok edilmeleri niyetiyle bir plan çerçevesinde girişilen eylem ve sonuçlar bütünü.
DİASPORA: (Kopuntu) Bir kavim, ulus veya inanç mensuplarının ana yurtlarından koparak başka yerlerde azınlık olarak çok uzun süre yaşamaları. Sözcük hem kopma eylemini hem de kopup azınlık olarak yaşayan kimseleri ifade eder.
ÇERKES: (Adige) Kuzey Kafkasya yani tarihi Çerkesya’da bugün ise Rusya’ya bağlı Adıgey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar cumhuriyetleri ile Krasnodar Krayı ve Stavropol Krayı’nda yaşayan Kafkas halkı. Çerkeslerin baskın unsurunu oluşturan Adigeler dışında ayrıca Kuzeybatı Kafkas dillerini konuşan Ubıhlar, Abazalar, Abhazlar; İran dillerini konuşan Osetler; Türk dillerini konuşan Karaçaylar, Balkarlar; Kuzeydoğu Kafkas dillerini konuşan Çeçenler, İnguşlar ve Dağıstan (Dağıstan dillerini konuşan Kafkasyalılar ile Türk dilli Nogaylar ve Kumuklar) halkları da bu tanımlamaya girer.
MAYIS: Miladi takvime göre yılın beşinci, ilkbaharın ikinci ayı.
21 MAYIS 1864: Çerkeslerin vatanları olan Çerkesya’dan, Çarlık Rusyası tarafından soykırıma maruz bırakılıp Osmanlı topraklarına sürgün edilmesi.
Bu kısa sözlük, Kafkas halklarının acı dolu ezberidir. 21 Mayıs tarihi, ana yurtlarını bir asırdan fazla savunan, bu süre boyunca sistemli bir şekilde soykırıma maruz bırakılan, sonunda da uzak diyarlara sürgün edilen bir halkın, Çerkeslerin büyük sürgününün başladığı gündür. Bir yas, bir ağıt, bir anma günüdür. Dünyada hatta Türkiye’de pek çok insanın gözünün, kulağının ardında kalan bu insanlık dramını yaşayan Çerkesler kimdir? Hani zaman zaman akordeonlu (mızıkalı) müziklerine rastlarsınız ya da kızların kuğu gibi süzüldüğü, erkeklerin kartal gibi dönendiği danslarına şahit olursunuz. Doyumsuz yemeklerinden, tatlılarından tatmışsınızdır. Belki bir düğüne rast gelmiş, belki bir şarkılarını duymuşsunuzdur. Komşunuz, ahbabınız, eşiniz, dostunuz, öğretmeniniz, izlediğiniz filmde oyuncu, okuduğunuz romanın yazarıdır. Kafkasyalılar, alt kimliğini gururla taşıyan, bunu isyankâr bir çığlığa konu etmemiş uyumlu ve asil bir halktır. Etnik kökenleri ile yol almazlar, bunu istek, talep ya da kavga konusu olarak kullanmazlar. Yerleştikleri yurdun yurttaşı olmuş, sorumluluklarını can-ı gönülden ve yüksünmeden yerine getirmişlerdir. Adigeler, Ubıhlar, Abhazlar, Karaçaylar, Dağıstanlar… Pek çok farklı boy, farklı dil, farklı isim. Ama hepsi aynı dağların sürgün çocuklarıdır.
1500’lü yıllarda Çar Korkunç Ivan döneminde başlayan Rus-Çerkes ilişkisi, işgaller ve katliamlarla adım adım tırmanmış,17 Temmuz 1763’te ise Rusya’nın Çerkesya’da hak iddia etmesi ve Çerkeslerin bunu reddetmesi ile tam 101 yıl süren savaş başlamıştır. Savaş, başlangıçta münferit bir çatışma iken, sonrasında Rusların bir dizi başka ulusu çatışmanın içine çekerek tüm bölgeye yayılan, Kafkasya›daki iki halkın tarihindeki en uzun savaşı haline gelmiştir. Çarlık kontrolüne giren, direnen, işgal edilen bölgelerdeki halkın Ruslaştırılma politikasının sonucu çok ağır olmuş, bir soykırıma dönüşmüştür. Öyle ki savaş sırasında ve sonrasında Çerkes nüfusunun %90’ı gibi büyük bir orana tekabül eden 2 milyona yakın sivil, sistematik olarak katledilmiştir. On binlercesi ailesini kaybetmiş; dul ve yetim kalanlar, köle tüccarlarının eline düşmüştür. Bölge, hiçbir zaman Rus kontrolünde olmamasına rağmen Çerkesya bağımsız bir bölge olarak tanınmamış; anayurtlarındaki halk, isyancı olarak nitelendirmiştir. Pek çok kaynakta Rus generallerinin Çerkesleri milli isimleri ile değil “dağlılar», «haydutlar» ve «dağ pisliği» gibi adlarla tanımladığına rastlanır. Bu red, ne yazık ki tarih boyunca da devam etmiştir. Bugün, olanlar hala çoğu Rus kaynağında yer almaz, okullarda böyle bir savaşın varlığından söz edilmez. Öyle ki bazı medya ve devlet yetkilileri savaşın hiç olmadığını Çerkesya’nın 16. Yüzyılda Rusya’ya gönüllü olarak katıldığını ifade eder. Dünya da yaşanan bu insanlık trajedisine sırtını çevirmiş, soykırımı pek az ülke tanımıştır.
“Karadeniz en çok bize karadır.”
Savaşın sonuna doğru Kafkas Dağları’nın iç kesimlerine ilerleyen Ruslar, hayatta kalan Çerkesler için iki seçenek sunmuştu. Ya Çarlık ordusuna katılacak ya da yurtlarından göç edeceklerdi. Böylece 1861’den 1864’e kadar süren sürgünler başladı. Yaşadıkları bölgelerin yok edilmesiyle kıyıya sürülen Çerkesler burada Osmanlı’ya gönderilmeyi beklediler. Tehcir sırasında ölen Çerkeslerin sayısının en az 625 binden başladığı söylenmektedir. Bazıları, açlık ve salgın hastalıklar sebebiyle kıyıda kalabalıklar arasında, bazıları aşırı yüklendiği için ya da fırtınalarda batan gemilerde öldü. Başlangıçta, göçü seçenlerden yolculuk bedelini kendilerinin karşılaması istendi. Böylece Çerkesler, sahip oldukları her şeyi satmaya zorlandı; kiralanmamış gemilerde kaptanlar tarafından suiistimale maruz kaldı. Bazı durumlarda haddinden fazla insan, hayvan ve ev eşyalarıyla birlikte tek bir gemiye bindirildi. Bu gemilerin çoğu Karadeniz’in soğuk sularına gömüldü. Suda kalan gemiler ise açlık susuzluk ve hastalıklar neticesinde ölen insanların cesetleri ile kıyıya varıyordu. Bu gemileri görenler, onları “yüzen mezarlıklar” olarak tanımlıyordu. Sürgün, ikinci bir soykırımdan farksızdı.
“Novorossiisk limanında gördüklerimi asla unutmayacağım, on yedi bin dağlı, kıyıda toplanmış, yılın geç, sert ve soğuk zamanı, evsiz, yiyeceksiz ve doğru dürüst giyecek giysisi olmayan bu insanlar tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Zayıf bir kadın cesedi çöplüğe iki bebeğiyle beraber atılmış, birisi hayat mücadelesi içinde, diğeri annesinin göğsünde süt arıyor. Kim bunu görür de etkilenmez ki? Böyle sahneler hiç de nadir değildi.”
-Rus tarihçi Adolf Petroviç Berge
Hayatta kalanlar için zor bir hayat başlıyordu. Osmanlı’nın birbirinden uzak bölgelerine özellikle birbirlerinden koparılarak dağıtılan Çerkesler; yeni kimlik, kültür ve dille bir gün anayurtlarına dönecekleri umuduyla yaşamaya başladı. Bu kez de yıkılmakta olan bir imparatorluğun bitmeyen çatışmalarında, savaşlarında ölmeye başlamışlardı. Yetim çocuklar ve dul kadınlar ise zengin hanelerin, sarayın üyeleri olacaktı.
Sürgünün üzerinden 159 yıl geçti. Dünyanın dört bir yanına nar taneleri gibi savrulan Çerkeslerin beşinci nesil torunları, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan dilleri, örf ve adetleri hatta isimleri ile birlikte yaşamaya devam ediyor. Başta Türkiye olmak üzere, Ürdün, İsrail, Mısır, Suriye, Almanya ve ABD gibi yirmiden fazla ülkede diasporik bir halk olarak yaşayan Çerkesler, soykırımın sesini duyurmak, acılarına ve özlerine sahip çıkarak yaşadıkları yurtlarda yeni ve dinamik bir kimlik süreci başlatmak istiyor. Gözü kör, kulağı sağır kardeşlerine, her 21 Mayıs’ta “Dünya sustu, sen susma” diyor, atalarının kovuldukları yurtları için ağıtlar yakıyor, kara bir mezarlık olan Karadeniz’e çiçekler bırakıyor.
1930 yılının sonları. Mustafa Kemal Atatürk, milletvekili ve bürokratlardan oluşan bir grupla dört ay sürecek bir yurt gezisine başlıyor. Gezi boyunca yanındakilerle sıkça sohbet ediyor, yeni kurulmuş bir devletin aydınlık yarınları için neler yapılabilir, onlarla birlikte düşünüyor. Her düşünce, her soru, her yanıt onun için altın değerinde. Yine bir gece, ufuk açıcı sohbetlere ev sahipliği […]
Devamını OkuÇocuk, okuldan eve döndüğünde kapıyı her zamanki gibi ritimli değil, alelade bir misafir gibi çaldı. Kapıyı açan annesini öptü, elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirmek için odasına gitti. Evi saran kurabiye kokusu bile onu neşelendirmemişti. Pencereden başını uzattı. Gökyüzü sonbahara yaraşır grilikteydi. Gördüğü bu rengi ilk kez kalbinde hissediyordu çocuk. Öğretmeninin son derste yaptığı duyuru her […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku