Hamileydi. Elini sıktım. Terliydi, sırılsıklamdı.
Özür diledi elleri için. Gebelikte olur öyle, dedim.
Gebelikten değil, gerildiğimde ellerim terler benim,
dedi
İstemsiz kasılmalar olmasın diye ilaç vermiş doktor. Düzenli alıyormuş. Nefes egzersizleri yapıyormuş her gün. Pek işe yaramıyormuş. Yürüyüş deniyormuş. Kulaklarına kocaman kulaklıklar takıyormuş etrafı duymamak için. Sesli kitaplar da dinliyormuş ama hiçbir şey aklına girmiyormuş. Endişe kara bir bulut, dedi. “Tepemde bir ağırlık. İnsanın göğsüne oturuyor, omzundan bastırıyor, kulağında uğulduyor. İzlemediği kadar korkunç filmler yazdırıyor insanın aklına, kötü sonların çığlıkları içimde patlıyor. İçimde at koşuyor. Ter içinde kalıyorum. Nefesim kesiliyor. Güzel olsun istiyorum, güzel olsun. Az kaldı, dayanmalıyım. Bunu kendime kaç kere söyledim, inan hatırlamıyorum.”
Bir dizini sürekli sallıyor, durmadan terliyordu.
Gencecikti, yüzünde ergen sivilceleri.
Günde 200 soru çözmesi lazım. Üniversiteye gidecek. Bunca senenin emeği yakında neticesini bulacak.
Ergenlikten olmadı sivilceler diyor:
“Stres azdırıyor”
Bazen aynı soruyu üç kere okuyorum, yine de anlamadığım oluyor. Anlasam çözeceğim belki, odaklanamadıkça sinirlerim bozuluyor. Bazen çok hevesleniyorum okumaya bazen bir anda tüm hevesim kaçıyor.
Ne istediğimi çok iyi bildiğimi düşünürken aniden tüm isteklerim boşa düşebiliyor. Günlük çalışma planı yapıyorum, sonra tüm planlarım aptalca geliyor. Çok şey kaçırdım gibi geliyor. Kaçırdığım neydi sorsalar cevabı da yok, bilmiyorum ki. Kitaba, deftere bakınca ruhumun sıkıldığı çok oluyor. Kitabın defterin suçu yok, canım genelde çok sıkılıyor. Artık ne olacaksa olsun da bitsin istiyorum sonra bu isteğimden korkuyorum. Güzel olsun. Beklediğime değsin, çektiğime değsin diyorum.
Bilemiyorum.”
Bir sivilce daha yoluyor, yolduğu yer incecik kanıyor.
Hoş kadındı, gülmek aslında ona çok yakışırdı ama yüzü donuk duruyordu, gözleri içli bakıyordu, her an göz bebeklerinden yaş akacak gibi.
İşsizdi.
Bir yılda üç yüz başvuru yapmış, on yedisi geri dönmüş, on üçü asgari ücret önermiş, dördü daha da altını.
4 yıllık iş tecrübesi vardı, ortanın iyisi İngilizcesi… Bir çocuk yapmış, mecbur kalıp işi bırakmış, istemeden beş yıl ara vermişti çalışmaya.
Şimdi iş bulamıyordu.
Son bir görüşmeye gitmiş, iş ortamını çok beğenmiş, üzerinden on gün geçmiş, yanıt bekliyordu.
Belki iyi bir maaş teklif ederlerdi. İyi dediği deasgarinin bir tık üzeri.
Sürekli telefona bakıyordu. Hep olmayan işi anlatıyordu:
“Aslında güleryüzlüyüm, dedim iş görüşmesinde, sanki bir tek karşımdaki insan kaynakları müdürüne gülümseyememişim gibi. Yanlış cümle oldu, ağzımdan kaçtı. Umarım yanlış anlamamış, önemsememiştir.
Kaç sene oldu, bu çocuk da bu yaşa kolay gelmedi. Yetirmeye çalışıp yetiremediğin her lokma, her dakika, her güzel şey ince bir çizgiyle keder olup oturuyor insanın yüzüne.
Gençliğimde ne gülerdim ben, annem erken kırışacaksın çok gülmekten derdi. Kim tahmin ederdi göz kapaklarım bile kendini salacak kederden.
İnsanın hesabına emeğinin karşılığı bir para düzenli yatmayınca ne özgüven kalıyor ne kendine saygısı.
Belki iki sene olmuştur üzerime bir tek tişört bile almayalı.
Olmayanı harcamak aptal işi diyorum kendime ama parası olan herkes çok mu akıllı?
Hak etmiyorum gibi geliyor hiçbir şeyi. Emeğin karşılığı olmayınca tüm ömür de boşa gidiyormuş gibi.
İnsana işte tek teselli kalıyor, evladının mis kokulu gıdısı.
Ama böyle beklemek zor. Havada asılı gibiyim, boşlukta salınır gibiyim, belirsizlikte yüzer gibiyim. Çocuğuma sarılınca annesi gibiyim de aynada kendime bakınca nenem gibiyim.
Hiç gelmeyecek bir otobüsü bekler gibiyim.
Çok bunaldım, bir ağlamaya başlarsam aylarca susmayacak gibiyim.
Bir geçse, yeniden yirmilerimdeki gibi şen kahkahalar atacak gibiyim.
Beklemekten ölecek gibiyim.”
Gözlerini yüzümden çevirip uzaklara bakıyor, belli ki uzun zamandır gözyaşlarını böyle tutuyor.
Yüzüne bakar bakmaz anlaşılıyor, filintaymış bir zamanlar.
Alnı biraz açılmış ama saçlar yine de yerinde duruyor. Bıyığını kendi kesiyormuş on yıldır, tıraşta berberden bile iddialı duruyor.
Masasının üzerinde bir sürü seyahat broşürü. Elleri, delikanlı havasına tezat tir tir titriyor. Zamanla artabilirmiş belirtiler. Kaliteli bir yaşamla azalabilirmiş de.
Yaşlılığın en berbat yanı, hastalıkla yaşamaya alışmak zorunda kalmak, diyor.
Ne randevu severmiş ne plan yapmayı. Hayatı akışına bırakmakmış tüm şiarı.
Al işte sağlıkta sınandım tüm prensiplerimle, diyor. Tetkik istemişler bir sürü, üç farklı hastanede bulabilmiş randevu.
Tarihleri üç ay ila yedi ay sonra arasında değişiyor. Takvime yazmış kocaman, bekliyor. “Ölmeden görülecek yerler listem vardı benim.
Bundan 50 sene önce, ilk diplomamı aldığımda yapmıştım.
Çalıştıkça çalıştım, erteledikçe erteledim.
Birikmedikçe birikmedi para, uzaklaştıkça uzaklaştı hayaller. İlk 30 senemde 13. maddeye kadar gelmiştim, orada kaldım.
On üçüncü maddeyi bir şekil başarsam bile on dört için tam 3 sene hiçbir şey yiyip içmeden emekli maaşımla hemen dolar alıp biriktirmeliyim.
Listeyi yenileyeyim dedim, çoğunu yurtiçine çekeyim. Bazısı ben gidene kadar yok olmuş bile. Artık neyin yasını nasıl tutayım ben de şaşırdım.
Kendime üzülemiyorum da en azından şöyle birliste yapacak gençliğim, on üçüncü maddeye kadar gelecek imkanım olmuş. Son yirmi senedir yerimde sayıyorum.
Torunlara gösterdim, hayal gücün uçukmuş, dediler.
10-15 yaşında çocuk nasıl merak etmez Kuzey Işıklarını, Antartika’yı, ekvator çizgisinde durmayı nasıl hayal etmez, doğal ortamında penguen görmeye nasıl heves etmez ya da mesela bir armadilloyu kucağına almaya?
Eskiden şaşardım, şimdi hayalsizliği en iyi ben anlıyorum gibi. Hayatta kalsak yetere indirgedik hayalleri. En büyük gündem, tarihi bir türlü gelmeyen tetkik günleri.
Hissediyorum, onca yıl dayandı ama bu sıralartutam tutam dökülüyor saçlarım.
Bazen diyorum ben mi yoluyorum acaba, her gelen baharda, yaşayamadığım baharların acısı içime oturdukça?
Belki bu bahar titremeler geçer diyorum, bekliyorum.”
Elleri titriyor, durduramıyor. Eski doktorunun verdiği beslenme listesine gözüm takılıyor, fiyatları tek tek yazmış yanlarına, almamış bile çoğunu, hastalık nasıl ilerliyor anlaşılıyor.
Çok âşık. Benden başka kimselere söyleyemiyor. Ben anlarım, ben sordum, bana söyledi. Ama başkasına söylemiyor.
Anlamazlar, kovarlar, döverler, öldürürler belki.
Yaptılar bunları, yine yaparlar biliyor.
Sevdiği başka ülkede, işi, gücü var. Bir hayatı.
Hayat onunla olsun istiyor.
Vizeye başvurmuş, bekliyor.
Çıkmadıkça çıkmıyor vize, pasaport da gelmedikçe gelmeyip ömründen götürmüş aylarca.
Çok özlüyor.
“Kabul görmemek öyle bir şey ki sanki kalbimin içinde bir jiletle yaşıyorum, ne zaman yaracak belli değil. Kalbimin biraz güçlü atması bana iyi gelecekken o jiletle kesilip dağılabilir de. Bir de üzerine birikmiş özlemin fiziksel acısı ekleniyor. Bizim hayat acılardan ibaret oldu, tek isteğim gönlümce sevebilmekti. Bu beklemek öyle şey ki
ne beklemekten vazgeçebiliyorsun ne sonsuz bir bekleyişi göze alabiliyorsun. Bekliyorum ama ne kadar daha beklenir bilmiyorum. Öte yandan beklemeyi bırakmanın ne olduğunu öğrenecek bir ömür olmadı, beklememeyi de bilmiyorum.” Bacak bacak üzerine atıyor sürekli, bekleyenlerin telaş göstergesi. Paçasından rengarenk çorabı
görünüyor.
Yazar, öyküler yazıyor.
Yazdığından çok konuşuyor, herkesle muhabbete giriyor. Her insan o kadar konuşmayı sevmeyince yüzü düşüyor.
Hali hatrı nicedir sorulmamış, bir güzel söze hasret, bir güler yüze muhtaç bir halkta bir merhabası içten bir karşılık buluyor genelde. Hikâyelerini topluyor insanların, başını sonunu hayal edip oturup yazıyor. Heybesi dolu genelde, teslim tarihi gelince yazının, bir tek hangi hikayeyi seçeceğinde zorlanıyor.
Öyküleri zamansız olsun istiyor. İçinde bir dönemin, bakanın, valinin, cumhurun reisinin ismi olmasın diye uğraşıyor. Geçip gidecekler hayatımızdan diyor, öyküde onlara önem atfetmeye ne gerek var.
Bu mayıs ayında öykü yazamadı. Çok denedi, hiçbirinin sonu gelmedi.
Çünkü mayıs ortasını görmeden, hiçbir öykünün sonunu kestiremiyor. Bekliyor.
Beklentileri dilediği gibi gerçekleşmezse belki de bir daha hiç yazamayacağını bilerek bekliyor. Yazının anlamını kaybedeceği endişesiyle bekliyor.
Bu dünyaya çocuk getirmişlerin kaygılarıyla, gençmiş gibi deli akarken kanı damarlarında, bir yandan da dönemin gençliği gibi belirsizliğe kapılma korkusuyla bekliyor. Yüzüne yerleşen kederi silip atma çabasıyla bekliyor, yeni baharlara bir heves gibi içinde yeşeren merakla bekliyor. Çok özlenen bir sevdayı yakalamak ya da sonsuza kadar kaybetmek arasındaki bir telaşla bekliyor.
“Ömrümde hiçbir şeyi beklemediğim gibi bekliyorum bu mayısın ortasını. Yaşadığıma pişman mı olacağım yaşamaya can mı atacağım kararını verecek mayısı. Söylenecek çok söz var ve diyecek söz kalmadı. Böyle de izahı zor bir hal bizimki. Zamansız öyküler yazardım ben. Ama bu bekleyiş ile tarihe geçsin istedim 2023’ün Mayıs’ı.” Yazar, öykü yazamadı. Olsun, tarih güzel yazılsın yeter ki.
Biz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]
Devamını OkuBir zamanlar okullarda siyah önlük giyilir, kolalı beyaz yaka takılır ve 29 Ekim’lerde Cumhuriyet’i anlatmakta yetersiz kalan şiirler okulun sahnesinde, kürsüsünde bağıra bağıra okunurdu. Çünkü Cumhuriyet, bayrağın rengine övgüden, savaşa methiyelerden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı, çok daha hayatımızın içindeydi, etrafımızdaki her şeydi,oksijendi, suydu, nefesti. 1923’te tohumdu, ailelerimize geçtiğinde fidandı, biz ağaç yapacaktık, bizim […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku