Son dönemde herkes fiyatlardan, hayat pahalılığından söz ediyor…
Hayatında ekmeğin kaç lira olduğun bilmeyen, alışveriş yaparken fiyat sormayan insanlar bile şaşkın…
Geçenlerde babamın ben ilkokuldayken Almanya’dan getirdiği (ve benim sakladığım) kurşun kalemlerimi buldum.
O kalemleri Ankara’daki ilkokula götürmek istememiştim.
Arkadaşlarıma ayıp olur diye…
Çünkü beş santim kalsa bile aynı kalemle bütün yılı tamamlamaya çalıştığımız günlerdi.
O kalemleri görünce hüzünlendim. Yalnızca babamı hatırladığım için değil. Değerlerin nasıl değiştiğini düşündüğüm için…
Birkaç yıl önce eğitimini ABD’de tamamlamış bir üniversite rektörüyle sohbet ediyorduk. Hayatı boyunca takım elbise giymeyi reddetmiş, hep bizim o yıllarda “kot” dediğimiz “blue jean” giymiş biriydi.
Benim hiç anlamadığım bir konunun, ekonominin, uzmanı aynı zamanda.
Ama nedense bana sordu.
“Ben, gençlik yıllarımdan beri bu pantolonları alıyorum. ABD’nin en ünlü, en basit kot pantolonu… Evimde belki 20 tane belki 30 tane vardır. Bana açıklayabilir misiniz nasıl oldu da üniversiteyi burslu okurken bile rahatlıkla aldığım bir pantolon bugün lüks sınıfına girdi?”
Haklıydı.
Gerçi bizim gençlik yıllarımızda o Levi’s pantolonu veya Converse ayakkabıyı almak bir ayrıcalıktı.
Ama yine de şimdiki gibi yüksek fiyatlarda değildi. Şimdi her şey çok yüksek fiyatla satılıyor.
Ama o fiyatları ödeyen insanlar da aldıkları şeyin değerini bilmiyor.
Geçenlerde bir lokantada otururken yan masamdaki aileyi izledim.
İki küçük çocuk, ellerinde dünya parası olan tabletlerle oynuyor; annenin babanın elinde de yine en lüks telefonlar…
Masanın üstündeki elektronik eşyanın değeri, yaklaşık bir araba fiyatına…
Çocuklardan biri elindeki tableti yere düşürdü. Almaya çalışırken de üstüne bastı. Tabletin camı kırıldı.
Anne baba bir şey söyler derken aksine çocuk kıyameti kopardı.
Devamını bilmiyorum ama anladığım kadarıyla tabletin yenisi o gün alınmıştır.
Değer bilmemek, yalnızca satın alınan şeylerle ilgili değil galiba… Bu dünyanın yeni bir dönemi olsa gerek. Bize çocukken “elinizdekinin kıymetini bilin” denirdi. Doğum gününde, yılbaşında öyle büyük, değerli şeyler alınmazdı. Ben arkadaşlarıma kitap alırdım. Ya da bir plak . Onun ilgisini çekecek, ona uygun bir kitap… Belki yıllar boyu yanında kalacak, belki onu farklı bir dünyaya götürecek bir kitap. Ya da bir plak .
Ne oldu da her şey böylesine inanılmaz biçimde tüketime dönüştü? Her şeyin değeri parasal olarak çok yüksek ama gerçekte değeri yok. Mezuniyetlerde, çok özel günlerde alınan hediyeler vardı.
Babamın bana aldığı bir Pelikan dolmakalem gibi… Yeşil, çizgili… “Yazılarını bununla yazarsın…” O küçük not bile her şeyden değerli değil miydi? Sanki bütün dünya bir fast food felsefesine dönüşmüş.
Dedim ya yalnızca satın alınan şeylerle ilgili değil. İlk gençlik yıllarımızda güzel bir film izlemek için Sinematek, Videotek salonlarının programlarını izlerdik. İstanbul Festivali’ne gelen efsane isimleri izlemek için torpil arardık. Bazen saatlerce bir bilet için kuyrukta beklerdik. Şimdi internet üzerinden isteyen istediği filmi, konseri, etkinliği izleyebiliyor. Bu artık sıradan bir şey.
Sanki ilişkiler de böyle… Değer bilmeye gerek yok. Gülten Akın’ın dizelerini hatırlıyorum. “Ah, kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya” 90’larda “yeni dünya düzeni” diye bir söz vardı. Belki de yeni dünya düzeni böyle bir şey. On yaşımda babamın Almanya’dan hediye getirdiği kurşun kalemlere bakıyorum. Yine paketinden çıkarmadan çekmeceye koyuyorum.
“Yazılarını bununla yazarsın,” notunu yazdığı, Pelikan dolmakalem de yanında… Bu yazıyı yazarken yağmur yağıyor hâlâ… Yine baharlar gelecek şarkısı çalıyor.
Gelsin artık.
İstanbul’da, Taksim’de, Gezi Parkı’nın hemen önünde açılan ilk ünlü fast food restoranını hatırlar mısınız? O güne kadar Amerikan tarzı hamburgeri;sanırım Ankara Çankaya’daki bir bahçede, bir de Çeşme Ilıca’da yemiştim. İstanbul Şişli’de ünlü bir hamburgerci de vardı ama o daha çok kendine özgü bir hamburgerdi: Kristal. McDonald’s Taksim’de açıldığında günlerceönündeki kuyruk bitmek bilmemişti.Elbette dünyanın en büyük […]
Devamını OkuDedemin, İsmet İnönü’nünki gibi sol kulağından hiç çıkarmadığı bir kulaklığı vardı.
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku