Kafamız hep zaman kavramıyla meşguldür.
Sahip olduğumuzu sandığımız trajik bir yanılsama… Güneşin doğuşuyla batışı döngüsünü salise, saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl ve asırlar diye tarif ettiğimiz bir mefhum. Zaman ve Albert Einstein… Dehaların hayatlarını anlatan Genius dizisinin ilk sezonunda Einstein ya da daha doğrusu zaman var! Einstein’ın “Nedir” diye sorup formüle ettiği zamanı, biz sıradanların hâlâ daha anladığı söylenemez. Bizim için zaman, ilkel tariflerini aşmış değil. Mutlu olduğumuzda hızla akıp giden, acı çektiğimizdeyse bir türlü geçip gitmeyi bilmeyen bir şey.
Mileva da bizim gibi aynı duyguyla algılıyor zamanı. Ve Einstein’ı da öyle yargılıyor, yüksek fizik ve matematik sorularını çözebilse de Mileva… Zaman içinde yaşadığımıza, hayat diyoruz. Einstein, hayatının en büyük kısmını zamanı tarif etmekle harcadı. Elbet, harcamak lafın gelişi… Einstein, 76 yıllık dünya zamanını adeta insanlığa ve kısmen de çocuklarına adadı. İyi bir bilim insanı, iyi bir baba ama kötü bir kocaydı, ilk eşi Mileva Maric’e
Ona, kendisini değerli hissettirecek kadar emek verip zaman ayırmadı. Aleme müşfik, eşine bencildi. Oysa Mileva da bir dâhi olabilirdi, şayet Einstein ile yolu kesişmeseydi. Einstein’ın da öğrencisi olduğu Zürih Politeknik Enstitüsü’nün tek kadın öğrencisiydi. Aynı zamanda fizik ve matematik bölümünden mezun olan ikinci kadındı. Zaten Einstein’ın ona âşık olmasının ilk nüvesi de o keskin zekâsıydı.
Yıldırım aşkı ve ailelerin muhalefetiyle başlayıp yasak bir şekilde süren beraberliklerinde Mileva, gel zaman git zaman onun bir sekreterine dönüştü. Oysa yazdığı makalelerinde adı geçecek denli çok büyük emeği vardı. Fakat Einstein, onu yok saydı. “Bu ikimizin” diyerek, nedense sadece kendi adını yazdı. Mileva, birisi akıbeti meçhul olmak üzere, üç çocuğunun annesi oldu. Bir bilim kadını olacakken bir meczuba dönüştü. Bu da Einstein’ın eseriydi!
Mileva, kadar kızları Lieserl da Einstein tarafından yok sayıldı. Evlilik dışı ve meçhuldü Lieserl. Dehanın hayatını didik didik eden araştırmacılar, 2-3 yaşından sonraki izine rastlayamadı. Kaç yıl yaşadı zamanın efendisinin meçhul kızı, bilinmiyor.
Milevan’nın, tüm insanlığa cömertçe ayırdığı zamandan kendisine anlamlı küçük bir dilimini sunmadığını Einstein’ın yüzüne haykırdığı an, bir nevi zamanda bir kırılmaydı. Kuşkusuz… Genius’un ikinci sezonundaysa bir diğer deha; Pablo Picasso var…
Einstein’ın iki evliliği dışında, araya sıkıştırdığı ve de ‘gizli’ sandığı ilişkileri vardı. Yine de Picasso kadar sevdalardan sevdalara koşmadı. Denebilir ki portresini çizdiği hemen her kadınla tuvalde başlayan ilişkisini koyun koyuna bitirdi. Ki görür görmez vurulduğu ve evlendiği Rus balerin Olga Khokhlova da ona sordu: “Bir, iki, üç? Bir düzine? Daha mı fazla?..” Picasso’nun bakışları, müstehzi bir “Evet” manasındaydı…
Picasso’nun sanatının odağı kadınlardı. Onlara duyduğu sınırsız ve bencilce tutkuların açık ve derin fırça darbeleri… Picasso, terk edilemez! İki çocuğunun annesi Françoise Gilot, Olga’dan bir türlü boşanmadığı için gitmeyi denediğinde ona böyle bağırdı. Yine başardı Françoise. Gitti.
Olga’yı ise, “Sen tek Madam Picasso’sun” diyerek, civarında tuttu. Ama boşanmamasının bir güçlü sebebi de malın mülkün eşit paylaşımını istememesiydi komünist Picasso’nun! Parasını pulunu paylaşmaya yanaşsa da eserlerini pay etmek istemediği için vazgeçti boşanmaktan. Kadınların ona verdiği ilham ve zaman, eserlerine onları ortak etmeye
yetmiyordu demek ki!
Franco faşizmini resmettiği Guernica için ‘’Bu tabloyu siz mi yaptınız?’’ diye soran Alman generale, ‘’Hayır, siz yaptınız’’ demişti. Ama bu eseri Olga ile paylaşmaya gelince Picasso “Hayır, onu ben yaptım” demiş oldu.
Hayatına giren tüm kadınlara, hem fiziksel hem ruhsal acılar yaşattı. Bunu da en sert şekliyle torunu Marina Picasso tarif etti: “Onları kendi hayvani cinselliği için kullanıyor, itaatkâr hale getiriyor, büyülüyor, sindiriyor ve ezip tuvaline sürüyordu. Geceler boyu onların özünü sömürdükten sonra, bitip tükendiklerinde ise onları başından
atıyordu.”
Picasso’nun eşlerinden Marie-Therese Walter ile Jacqueline Roque’nin intihar ettiğini de hatırlamalı.
Einstein gibi Picasso da kadınlardan zamanı esirgerdi. Yine Marina’ya kulak kesilelim: “Bir sanatçı olarak âşık olmuş olabilir ama bir erkek olarak asla! Kadınlara değer vermediği için hep terk edildi. Resme harcadığı zaman, onun için her şeyden daha önemliydi.”
Einstein ve Picasso… Dehaların her türlü eşikleri biz sıradanlardan katbekat yüksektir. Biz 100 kilometre hızla giden bir arabada uçtuğumuzu düşünürken onlar “Bu araba neden hareket etmiyor” diyebilirler.
İkisi de insanlığa büyük sıçramalar yaşattı ama ikisi de kadınların emeğini, dahası hayatlarını çalarak yaptı bunu…
Semboller çağındayız. Belki de hiç çıkmadık bu çağdan. Misal, Babil’in kulesinden beri binalar, iktidarların güç nişanesi oldu. Sınırsızlık arzusunun dışa vurumu oldu göğe yükselen her büyüklük. Sayılar da sembollüktür. Tıpkı yüzyıl dönümleri gibi. Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Birileri laflarla kutluyor. Cumhuriyet’imizin en büyük sembolü kadındır. Onun şahsında özgürlüktür, ilericilik, adalet ve dayanışmadır. Yüz yaşındaki Cumhuriyet’i koruma […]
Devamını OkuEda Erdem Dündar, Ebrar Karakurt, Melisa Vargas, Gizem Örge, Zehra Güneş, Cansu Özbay, Hande Baladın, Simge Aköz, Ayça Aykaç, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Saliha Şahin, Aslı Kalaç, İlkin Aydın… Filenin Devrimcileri… Biz onların ellerine baktık. Filenin üstünde yükselen ellerine baktık, sadece… Eda’nın tek ayak üstünde zarif vuruşlar yapan ellerine baktık. Bir Pegasus gibi uçan Vargas’ın […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku