Gazete merkezlerinin Babıali’yi terk etmediği 1990’ların ilk yarısında ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın dört bir yanından
İstanbul’a gelen yabancı meslektaşlar, Milliyet’in üçüncü katında bulunan Nail Güreli Abi’mle paylaştığım odamıza girdiklerinde selam sabahın hemen ardından şöyle derlerdi:
“Nazım Bey, biz Türkiye Romanlarıyla ilgili bir araştırma yapmak için geldik!”
Bu ilginin sebebi “Çingene uzmanı” haline gelmiş olmamdan kaynaklanıyordu. Beni buraya taşıyan süreç söyle başlamıştı:
Milliyet’in Haber Müdürü Zeki Sözer’in odasında, Genel Yayın Yönetmeni Doğan Heper ile birlikte çay içmeye davet edilmiştim. Aslında bunun bir “iş daveti” olduğunu tahmin etmek zor değildi.
İlk sözü Doğan Heper aldı: “Bize bir Çingene röportajı yap… Ama şey olsun!” Nasıl bir “şey” olacağını da Zeki Sözer anlatmaya başladı:
“Çingeneler kendileriyle ilgili yazılıp çizilenlerden rahatsız oluyorlar. O yüzden onları rencide edecek bir şeyden kaçınalım. Mesela yazı dizisinin adı ‘Çingeneler’ değil, ‘Çingenelerimiz’ olsun! Bizim canımız ciğerimiz Çingenelerimiz gibi…”
Onları aşağılayan yazılara, fotoğraflara, sözlere, görüşlere yer vermeyecektik. Kısaca “pozitif ayrımcılık” uygulayacaktık. O yıllarda Babıali’de pozitif ayrımcılığın ne olduğunu bilen çok kişi yoktu. Sıkı bir ön hazırlıktan sonra sahaya çıktım, Romanların arasına girdim, bir daha da çıkamadım. Aradan 30 yıl geçti. Şimdi elimde yazdığım Romanlara ilişkin iki kitap, yüzü aşkın makale, röportaj, haber, sempozyum sunumu var. Bir de kalıcı dostluklar…
Bir de şunu baştan belirteyim. Roman dernekleri kurulana kadar kendileri de dahil herkes “Çingene” tanımını kullanıyordu. Doğrusu da bu idi. Kendi dilleri olan Romcada, “Rom” insan anlamına geliyor, “Roma” ise halk demek. Bu kökten hareketle Türkçede de Roman/Romanlar bir etnik grup olarak kabul edilir hale geldi. Ama bu kolay olmadı tabii. Zaman aldı. Kendilerine “Çingene” denilmesinden müşteki olduklarını uzun uzun anlatan bir Roman kanaat önderi, aile yapısı ile ilgili bilgi verirken 11 kardeş olduklarını belirtip babasına bir övgü selamı yollarken şöyle demişti:
“Çingene hiç boşa atmamış!”
Biraz önceki Roman-Çingene söylevini hatırlatınca gülerek “öyle hemen Çingeneden vazgeçemeyiz, yavaş yavaş olacak” diye cevaplamıştı.
Romanlara ilişkin önyargıların başında “tehlikeli” olduklarına dair çıkarılan söylentiler geliyordu. O kadar ki, 30 yıl önce bana yapılan uyarılar şöyleydi: “Sakın Roman mahallelerine gitme çok tehlikelidirler!”
Bunu İstanbul’da, Edirne’de, İzmir’de, Çanakkale’de, Selanik’te, Üsküp’te, Doğu Beyazıt’ta ve daha pek çok yerde o kadar çok duydum ki… Ama hiçbirine itibar etmeyip onların arasına daldım. Hatta şöyle şeyler de yaşadım; herhangi bir yerleşimde Roman mahallesine yaklaştığımda esmer tenleri, renkli giysilerinde onları tanıyıp “Aaa Nazım Abi’miz gelmiş” diyerek bana “hoş geldin” demelerini bile bekler hale gelmiştim.
Bir gün Çanakkale’nin Fevzipaşa Mahallesi’nin girişinde el arabası üzerine sofra kurup şarap içen 5-6 kişilik Roman grubun yanından geçiyordum. Elimde fotoğraf makinesiyle yanlarından geçerken içlerinden biri “Hop bi dakka” dedi:
“Burada fotoğraf falan çekmeyin… Gidiyorsunuz sonra Çingeneler şöyle böyle diye yazıyorsunuz!” Yanlarına gittim, önce adını sorup “Servet” olduğunu öğrendim. Sonra el arabasının çevresindekileri tek tek süzdüm ve muhatabıma
döndüm:
“Bak Servet sen Çanakkale’nin Fevzipaşa Mahallesi’nde bir garip Çingenesin!.. Ama ben Türkiye’nin Çeribaşıyım! Edirne Menzilahır Mahallesi’nden Doğu Beyazıt’ın Pazarcılar Mahallesi’ne kadar bütün Çingeneler bana bağlıdır! Anladın mı?”
Servet telaşla şarap şişesini kapıp en ucuzundan olan kırmızı şarabı plastik bardağa doldurduktan sonra bana uzattı:
“Saygılar abiciğim hoş geldin!”
Bir başka zamanda İzmit’te uluslararası katılımcıları olan bir sempozyum yapılacaktı. Ben erken gelmiştim. Toplantı öncesi İzmitli kadın kuruluşları temsilcileriyle çay içip sohbet ediyorduk. Bulunduğumuz salona Edirne Roman Derneği Başkanı Erdinç Çekiç ve iki arkadaşı girdi. Kadınlardan biri “Siz Birleşmiş Milletler’den misiniz?” diye sordu. Ben şaka yollu atıldım:
“Yok canım bunlar bizim Edirneli Çingeneler!” Kadınlar, sarışın ve yeşil gözlü olan Edirneli Romanlara bakıp “valla hiç benzemiyorsunuz” dedikten sonra bana döndüler:
“Ama siz benziyorsunuz!”
Ben “teşekkür ederim hanımefendi” dedim. Erdinç ise öfkelendi. Benim aşağılanmış olduğuma hükmederek devreye girdi:
“Nazım Abi bizden değil ama bizim haklarımızı savunur, gazeteci ve yazardır!”
Kadın, Erdinç’in tepkisinden sonra benden özür diledi. Çingenelik o kadar itibarsızlaştırılmıştı ki bir Çingene bile sevip saydığı birine “Çingene” denilmesine katlanamıyordu.
Şimdi bu etnik gruba dahil olanlar kendilerine “Roman” denilmesinden ziyadesiyle hoşnutlar. Çingenelikten kurtuldular ama eskiden beri yakalarını bırakmayan kadersizlikleri baki kaldı. İstanbul’un şehir içindeki Roman mahalleleri yağmalandı. Onları yeniden şehrin dış çeperlerine attılar. Benim kazandığım Roman dostlarımla olan
30 yıllık birlikteliğime isim vermek gerekirse şöyle ifade edebilirim:
“Romanlarla uzun yolculuk!”
Herkesin hayatında hiç unutamadığı öğretmenlerin vardır. Çoğunluğu ilkokulda olan bu “unutulmaz öğretmenler” konusunda benim de hiç aklımdan çıkmayan anı vardır ama bana ait değil. Bir üretim kooperatifi Başkanı Niyazi Taşçı ile ilgili bir belgesel çekeceğiz. Çekimlerden önce birlikte planlar yapıyorduk: -Niyazi Bey ilkokulunuz duruyor mu? -Artık öğrencileri yok ama binası yerli yerinde… -İlkokul öğretmeninizin adını […]
Devamını OkuKurtuluş Savaşı’nın ilk adımı olarak Samsun bilinmesine karşın, Kastamonu’nun İnebolu ilçesi daha işlevsel bir öneme sahiptir. Bir anlamda “Kurtuluş Savaşı’nın İskelesi” olarak görülür. İstanbul’dan gizlice ayrılıp Anadolu’ya geçmek isteyenlerin varacakları ilk durak kesinlikle İnebolu olmak durumundaydı. Ankara’ya ancak İnebolu’dan güvenli olarak gitmek mümkündü. Bağımsızlık mücadelesine katılmak için yanıp tutuşan İstanbullu gençlerden dört kişilik bir ekip […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku