Arada anımsayamadıklarım olsa da Cengiz Aytmatov’la üç karşılaşmamız bende iz bırakmıştır. Bunlardan ilki 1975 yılında İstanbul’dadır. Bu sanıyorum Aytmatov’un da Türkiye’ye ilk ziyaretiydi. 1975 bizim yakın tarihimiz bakımından önemli bir yıldır. Ecevit rüzgârının estiği bir dönemdi. 12 Mart geride kalmıştı. Ülkenin geleceğine ilişkin umutlar yeniden canlanmıştı. Benim kişisel yaşamımda da önemli bir dönemdi. 4 yıl […]
Arada anımsayamadıklarım olsa da Cengiz Aytmatov’la üç karşılaşmamız bende iz bırakmıştır.
Bunlardan ilki 1975 yılında İstanbul’dadır. Bu sanıyorum Aytmatov’un da Türkiye’ye ilk ziyaretiydi.
1975 bizim yakın tarihimiz bakımından önemli bir yıldır.
Ecevit rüzgârının estiği bir dönemdi.
12 Mart geride kalmıştı.
Ülkenin geleceğine ilişkin umutlar yeniden canlanmıştı.
Benim kişisel yaşamımda da önemli bir dönemdi.
4 yıl süren, önce gönüllü, sonra zorunluya dönüşen ilk yurtdışı sürgününden dönmüş, “Militan” dergisini çıkarmaya başlamıştım…
Yazarlar Sendikası kurulmuş, Yaşar Kemal’in, daha sonra Aziz Nesin’in başkanlığında sesini ve etkisini duyurmaya başlamıştı…
12 Mart 1970 süreçlerinde kesintiye uğrayan toplumcu edebiyatın yeni bir yükselişe geçtiği, her kuşaktan toplumcu yazarların ortak eylemlerde bir araya geldikleri coşku dolu bir dönemdi …
Aytmatov, Türkiye’ye tam bu sırada geldi…
Gazeteciler Cemiyeti salonundaki konuşmasında çevirmeni bendim…
Neler söylediğini şimdi anımsamam mümkün değil.
Fakat bunlar “Militan”ın Ocak 1975 tarihli ilk sayısında yayımladığımız “Asya-Afrika Yazarları V. Kurultay Söylevi”nde söylediklerinden farklı şeyler değildi.
Eylül 1973 tarihli bu söylevinde Aytmatov özetle, edebiyatın sömürgecilikle ve onun “tüm manevi biçimleriyle” savaşması gerektiğinden, yaşadığımız çağda “ahlaksal gelişimle bilim ve makineleşme gelişimi arasındaki orantısızlık nedeniyle” bu gün bu edebiyatın başlıca görevinin “insanın kendine ve hayata olan inancını pekiştirmek” olduğundan, edebiyatın ancak “gerçekçi bir temel üstünde hayatı olanca çok biçimliliği, karışıklığı ve renkliliğiyle” anlatabileceğinden söz etmektedir…
Bunlar dün olduğu gibi bugün de her gerçekçi, toplumcu yazarın savunduğu ortak görüşlerdir…
Fakat kendi aramızdaki konuşmalarımızda Aytmatov, daha çok “ulusal” sorunla ilgiliydi ve bu konuda sıkıntılı olduğu hissediliyordu…
Bu ise bizde, hiç değilse kimilerimizde, Türkiye’nin betimlediğim ortamında, az çok bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
Asıl neden hiç kuşkusuz, Aytmatov’un bizim ancak uzaktan gördüğümüz farklı bir dünyanın içinden, o dünyanın sorunlarıyla dolu olarak gelmiş olmasıydı…
Bu kişisel sohbetlerde onun Türkiye Türkçesi konuşma çabasını, başardığında duyduğu çocuksu sevinci unutamam…
Anımsadığım ikinci karşılaşmamız yine İstanbul’da, 2000’li yılların başlarındadır.
Bu kez çevresi bizim “sağcı”larımızla kuşatılmıştı. Türkiye’ye de zaten o çevrelerin konuğu olarak gelmişti.
Taksim’deki bir otelin lobisinde onunla uzun bir söyleşi yaptım (Bu söyleşinin nerede yayımlandığını ne yazık ki anımsayamıyorum, dosyalarımda da bulamadım). Aytmatov anımsadığımca bu kez “küreselleşme” olgusuyla ilgiliydi. Bir başka deyişle, Türkiye’nin sorunları, bizim ülkemizdeki siyasal-ideolojik farklılıklar vb. yine pek fazla umurunda değil gibiydi. Çok doğal olarak dünyanın bu yeni döneminde de yine, ilgi odağında yeni sorunlarıyla kendi ülkesi bulunmaktaydı.
Aytmatov’la son karşılaşmamız, ikinci karşılaşmamızdan bir iki yıl sonra Bişkek’tedir… Başlıca sorunu ve çabası, yeniden yapılanma döneminden geçmekte olan ülkesinin bunu başarıyla gerçekleştirmesiydi ve çevresindekiler arasında şimdi Türkiye’den iş adamları da bulunmaktaydı…
Her üç karşılaşmada da Aytmatov’la insanlığın ve edebiyatın genel sorunları dışında, Türkiye özelinde pek fazla derinleşme olanağı bulamadığımızı anımsıyorum.
Bunun başlıca nedeni belki de yukarıda özetlediğim konuşmasındaki temel değerlerde buluşmamıza karşın, özeldeki ilgi alanlarımızın, kendi ülkelerimizin kendine özgü ve her dönemde az çok birbirinden farklı sorunlarında odaklanmış olmamızdı…
Hayatım öğrenmekle geçti. Kendimi bildim bileli öğreniyorum. Bundan şikâyetçi miyim? Hayır. Öğrenmek mi öğretmek mi diye sorsalar, hiç duraksamaksızın, öğrenmek derim. Öğrenmenin nesini mi seviyorum? Sanırım her şeyinden çok, sürecini. O süreç, tıpkı aşkta olduğu gibi, bilinmezlikler, güçlükler, keşiflerle doludur. Fakat yine tıpkı aşkta olduğu gibi heyecan vericidir. Sonrası mı? Sonrası da güzeldir kuşkusuz. Öğrendiğinizi […]
Devamını OkuHiçbir uygar ülkenin 20. ve 21. yy. yurttaşları, ülkelerinin(dillerinin) 19. ve daha önceki birkaç yüzyıldaki edebiyatını okuyup anlamada güçlük çekmez. Shakespeare, Molière, Goethe, Dante, Puşkin vb… önceki yüzyılların yazar ve şairleri, ait oldukları dillerin bugünkü kuşaklarınca (dil bakımından) bir güçlüğe yol açmaksızın okunup anlaşılırlar. Bizim için bu, ne yazık ki böyle değildir. Bugünün örneğin bir […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku