“Bildiğin her şeyi unut. Çünkü bildiklerin “her şeyi” unutturmak içindi.”
Buğra Gülsoy, oyunculuğuyla tanınıyor daha çok. Tiyatro ve yönetmenliğini de bilenler bilir. Peki edebiyat? Ben onu oyunculuğundan çok kalemiyle tanıdım. Yazdığı her cümlede bir hikâye vardı, anlattığı her hikâyede koca bir dünya… Önce Kıyamet serisi çıkartmıştı. Boksör Sabri Mahir’in gerçek yaşam hikâyesi. İki ciltlik romanda Pera’nın
eskimeyen sokaklarından dünyaya açılan bir yaşamı bize sunarken hayal gücümüzün derinliğini keşfetmemize yol açmıştı. Ve şimdi Luna ile o derinliğe başka bir boyut kattı.
Polis memuru Âdem’in soluk soluğa okunan hikâyesi üzerinden ilerleyen ve “doğru” ya da “gerçek” kabulüne ilişkin eleştirel bir arka plana sahip olan Luna, polisiye ile fantastik edebiyat unsurlarını barındırıyor. Aslında Âdem, insanlığı temsil ediyor. Hepimizin içinde bulunduğu sıkışmışlık duygusundan korkularımıza uzanan bir hayatın özeti. Ve işte o özetin cümlesi:
“İnsanlık olarak nasıl bir lanetin pençesine düşmüştük, nasıl bir kefaretin bedelini ödüyorduk ki çırpınması asla bitmeyecek sonsuz bir eziyete dönüşmüştü hayatlarımız?”
– Yazarlık serüvenine Birinci Kıyamet, İkinci Kıyamet romanlarıyla başladın. Sabri Mahir’in
hikâyesi üzerinden bizi Pera sokaklarından alıp Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere’ye… Titanic’e götürdün… Edebi açıdan da oldukça güçlü bir romandı. Şimdi ise kurgusal olarak güçlü bir
hikâye olan Luna’yla okurların karşısındasın. Yazmanın sendeki duygusunu sormak isterim?
Yazmanın bendeki karşılığı; zihnimde dolup taşan düşünceleri, hayalleri ve fikirleri kelimelere dökebilme-aktarabilme arzusu aslında. Tasarlamaktan, yeni/taze şeyler yaratmaktan, hayal gücünün sınırlarını zorlamaktan hep keyif almışımdır. Yazmak benim için yazma eylemini gerçekleştirdiğim o süreçten ibaret. Dolayısıyla bir kitabın
bitmesi veya basılması değil, benim için en önemli olan an “yazıyor olduğum an” sadece. Kendimi kendime ifade edebildiğim an.
– Luna bir arayış romanı gibi… Oradaki Âdem karakteri neyi temsil ediyor?
Âdem, insanoğlunu sembolize ediyor. İçinde bulunduğu sıkışmış dünyası içinde çırpınan ve “gerçeğin” bambaşka olduğunu hisseden ama bu arayıştan da korkan biri. “Korkunun” ona gerçeği keşfetmesini engelleten bir sistem oyunu olduğunu bir türlü çözemiyor. Aynı kısır döngü içinde dönüp duruyor, aynı çember içinde koşturup duruyor.
Romanın kahramanı Âdem, tıpkı yeryüzünde yaşayan birçok insan gibi, sistemin çarkları arasına sıkışmış, debelendikçe daha da dibe batan bir varlığa dönüştürülmüş. En önemli şeyi unutmuş; gerçek bilginin sezgilerinde, hislerinde kayıtlı olduğunu. Manipüle edilen kısıtlı bilgiler havuzunda çırpınan bir balık gibi, içi sonsuz bir okyanusa
açılmak istiyor, dışı ise o havuzun sınırları arasına sıkışıyor. Bir şeylerin yanlış olduğunu, yolunda gitmediğini
seziyor ama harekete geçebilecek gücü bir türlü bulamıyor.
– Romanı okurken sürekli bir sorgulamayla karşılaşıyoruz. Günümüze baktığımızda dijital çağın getirdiği kolaylıklar rahatlatıcı bir konfor sunuyor ama insanlık için nasıl bir yol ayrımı sence?
Bizleri ve nesillerimizi bekleyen en büyük tehlikenin biyolojik/organik insan bedenlerinin sonu olduğunu hissediyorum. Algoritmalara sahip olanlar geleceği şekillendirecek. Geçilmek istenen çağ bunun üzerine kurulu: Dijital bir otokrasi. Teknolojinin ve yapay zekânın gelişmesi şüphesiz ki sağlık anlamında, insanların refahı anlamında çok olumlu yanlara sahip. Ama bu yarar mekanizması, tekelleşemeyecek kadar önemli ve riskli bir konu. “Luna” kitabımda şöyle bir yazı var: “Tehlikeli sularda, sonuçları öngörülemeyen bir bilinmeyene doğru yol alan pusulasını kaybetmişbir geminin içindeyiz.
– Ve pek çok soru da beraberinde geliyor değil mi?
Bu algoritmaları yöneten tekeller; bir gün insanlar hiçbir işe yaramayan, ekonomiye bile katısı olmayan yararsız kalabalıklara dönüşünce ne yapacaklar? Nasıl bir karar verecekler? Zamanı gelip de “her şeyi” makinelerin yaptığı bir düzenin içinde, gezegende fazlalık olan, hiçbir işe yaramayan, bir nevi atıklar hâline dönüştürülen insan yığınlarına ne olacak? Fiziksel dünyada hiçbir şeye ihtiyacımız kalmadığında, sabah uyandığımızda gidebilecek bir
işimizin bile olmadığı bir dünyada, artık yürümemize bile gerek kalmadığında ne olacak? Asıl şeyin yoksunluğunu hissetmeyecek miyiz? Yaşama amacı. Hayatın anlamı. Özümüzü.
– Kolaycılık bazen düşünmeyi unutturuyor insana… Zihnin zorlanmayınca bazı duyguları hasır altı ediyoruz… Luna bir anda yüzümüze bir cümleyle çarpıyor: Bildiğin Her şeyi Unut! Unutmak mı, hatırlamak mı? Hangisi sende derin yaralar açıyor? Bu biraz insanlığın da yüzleşmesi… Unutmak hatırlamaktan daha kolay çünkü…
Hatırlamak, sadece insanlığımızı hatırlamak değil. Doğduğumuzda, bu sisteme atıldığımızda, unutturulan “asıl özümüzü” tekrardan hatırlamaya çalışmak aslında. Bu kozmik bir oyun. Bu bir dönüşüm yasası. Dönüşebilene.
– Aslında hep umut, ışık ve yıldızlar var yazdıklarında… Bir de Kadim Gelecek! O kadim gelecek yakın mı?
Bir şeylerin yaklaştığı hissi herkesin içinde giderek artıyor. Anlam veremediğimiz, henüz kavrayamadığımız bir şeylere doğru sürükleniyoruz gibi. Zaman artık daha hızlı akıyor. Gerek yeryüzünde gerekse bedenlerimizde titreşen enerji dalgalanmalarını/ değişikliklerini artık netçe algılayabiliyoruz. Hissettiğimse sürüklendiğimiz iki sürecin olması. Biri dünyayı sonsuza dek karanlıklara hapsetmek isteyenler, diğeri ise başlayacak yeni/farklı güneşli bir
çağın kozmik planı. Çok çok eski, kadim zamanlarda insan soyunun yaşadığı söylenilen bir altın çağın tekrardan gerçekleşebilme umudu “kadim gelecek” sözü. Hatırlayanlar oraya varacak, hatırlamayanlar tekrardan başlayacak.
– Aslında insanlığın yok oluşu, ahlaki çöküş, sevgisizlik ve köksüzlük kötülüğü körükleyen kavramlar… Bu kötülükte insanları yönetmek çok daha kolay olduğunu vurguluyor roman. Peki, insanlık içindeki özü nasıl keşfedecek? Luna ne diyor? Asıl gerçek bildiklerimizde değil, bilmediklerimizde saklı ise bu bilinmezi nasıl bilinir kılacağız?
Sorgulayarak. Sorular sorarak. Bize sunulmuş olan “her şeyin” gerçekler olamayabileceğini idrak ederek. Herhangi bir konuyu “biliyorum” güdüsüyle kendimize kodlarsak, zihnimizin o konu hakkındaki sonsuz olasılıklarını da kilit altına almış oluruz. Dünyamızı at gözlükleriyle yorumlamaya çabalarken asla fark edemeyeceğimiz gerçeklerin kıyısından geçer dururuz bir ömür. Bir şeyleri bilmek zorunda değiliz. Bir yargıya varmak zorunda değiliz.
Cevaplarımız hükümler değil olabilirlikler olmalı, diye düşünüyorum. Kendimizi bir çatı altında tutmamıza gerek yok. Ait olmamız gereken tek çatı biziz, özümüz. İnandığımızı sandığımız doğrular bizi kontrol ederler. Kalıpların içine sıkışırsak körü körüne bağlandığımız dogmaların arasında debelenip dururuz. Bildiğimizi sandığımız şeyler değişken olabilir, dönüşebilir, eksik olabilir veya doğrular olmayabilirler. İhtimalleri düşünelim yeter.
– Luna: Başlangıç… Sonra ne olacak? Devamı gelecek değil mi?
Gelemeyebilir de. Zihnim araya başka bir hikâye alabilir. Luna tek bir kitap olarak da kalabilir. Yol gösterecek bunu.
– Kendinle kavga eder misin?
Hayır.
– En büyük motivasyonun yazarken?
Hayal dünyamın daha önce hiç açılmamış kapılarını aralamaya çalışmak.
– En son okuduğun roman?
“Son Reset” – Sema Dalkılınç
– En son izlediğin film?
“Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”
– Kendini en çok nerede mutlu hissediyorsun?
Bir mekân veya bir zaman değil. Kendimi en çok kendimleyken mutlu hissediyorum. Gerçek benliğimle.
Tarihin her evresinde cesaretleriyle var olmasını bildiler. Yok sayılmalara inat, tarihi yeniden yazdılar. Onlar kadınlardı! Kimilerini kitaplardan öğrendik, kimilerini adına yapılan anıtlardan… Kimilerini ise cesur girişimlerinin başlarına bela olmasından… Onlar kadınlardı! Tarihe iz bırakan kadınlardı… Tam da cesur, girişimci, aktivist, ilham verici kadınların hikâyesine odaklanırken Pelin Batu’nun Hayatın Seyrini Değiştiren Kadınlar kitabı gözüme ilişti. Sayfaları […]
Devamını OkuBahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Psikoterapist Prof. Dr. Bilge Uzun, anlam arayışının derinliklerine dalmanın ve anda kalmanın önemini vurgulayan mindfulness öğretisini kapsamlı bir hikâyeyle sunuyor. “Buda’yı Ararken Rumi’yi Buldum” adını taşıyan yeni romanı, okuru mistik bir yolculuğa çıkarıyor.
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku