Baran BİLGİT
Tüm Yazıları
Bulutsuz bir Bahar Akşamı
Ana Sayfa Tüm Yazılar Bulutsuz bir Bahar Akşamı

Nazım Hikmet Ran…

Hikmetle yükselen bir dağa yazılmış şiirdir o. Başını biraz kaldıran herkes görür ve gönlünü açan herkes anlar onu. Kocamandır ve bir başınadır ama yalnız değildir. Koynundayken bile özlediği sevdiğini bir kez bile öpemeyen âşıktır. Denize açılan gözleriyle ve başında kök salan akçaağaç saçlarıyla yabana koyulmuş bir kolcudur. Biraz yarımdır Nâzım ve biraz küskün. Ne de olsa o esareti cılız ışığıyla eriten bahardır. Ve bahar gelince duvarların arkasından Piraye’ye seslenir:

Piraye’ye seslenir:
Bahar geldi karıcığım bahar,
Dışarıda, bozkırın üstünde birdenbire
Taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire
Güneş
Artık o her gün öğle vaktine kadar
Bana yakın benden uzak
Sönerek ışıldayarak yürür

Dışarıda akşam olur
Bulutsuz bir bahar akşamı.

Daha ne anlatabilir onu. Bulutsuz ve aydın, bahar gibi yepyeni, şen ve hür, akşam kadar hüzünlüdür Nâzım. Bahar gibi karanlığın en derin anında bir alaycı rüzgârla yetişir, nisan gibi yağmurlarıyla yeşertir ve mayıs gibi olmuş olan ne kadar kötülük varsa deviriverir.

On Dokuzuncu yüzyılın bitiminde Osmanlı topraklarına, Selanik’e doğan ve kanatlanıp Anadolu’nun bağrına salınan, sonra da uçuşup Sovyet toprağının yaban karlarına saplanan hürriyet kuşu. Kanadı her bir yerinden yaralanmıştır ama yine de cesurdur, uçmaktan korkmaz. Çünkü onun güvendiği şey nereden eseceği belli olmayan rüzgârlar değil, yekpare özgür ruhudur. Ona güvenir ve yanılmaz.

Adının anlamının şiir, kendisinin şair olmasına ve gerçekten bir masaldan fırlamışçasına hayatı boyunca yalnızca kendisinin değil, halkının da mutlak özgürlüğü için savaşmasına şaşılamaz. Her şeyden önce içine kapalı bir imparatorlukta Mevlevi postundan geçmiş bir dedenin torunu ve Mekteb-i Sultani’den mezun Hikmet Nazım Bey ile piyano çalıp resim yapan ve Fransızca bilen Cemile Hanım’ın oğlu olarak çok kültürlü ve her kapısı medeniyete açık olan Selanik’te dünyaya gelmesi bir tesadüf değildir. Tıpkı Mustafa Kemal gibi ışıklar içinde… Nasıl bir dünyaya doğduğunuz ve ilk adımlarınızı nasıl bir dünyada attığınız kimliğinizi belirler. Hikmet Nazım’ın oğlu Nâzım Hikmet de işte böyle bir dünyaya doğmuş ve güneşi görebilen bir evde büyümüştü. Ne de olsa bahar gibi gelecekseniz uzun ve yorgun bir kışın üzerine, güneşi yüklenmeniz icap eder.

Nâzım yaşamak için gelmişti insanlar yurduna ve kapı duvar demeden, kar boran dinlemeden kursağında bir yumrukla da olsa yaşadı. Ve “şaka yapmadan bir ciddiyetle” yaşadı. “…bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak…” diyecekti. Üstelik insan için, yalnızca insanca ve aydınca yaşamak için ölebilecekti. “… beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için…” diyecekti mesela.

Bahriye Mektebi’nde okumuştu. Denizlerle tanışmıştı. Özgür denizlerle ve ötesinde yeni dünyalar yarattığı ufuklarla. Sonra da Tevfik Fikret’in, Ahmed Arif’in, Sabahattin Ali’nin omuzlarında yükseldi ve şiir olup aktı memleketinin üzerine. Bir su gibi, bir deniz gibi sığmadı kalıbına ki kafiyeyi aruzu tanımadan ilk serbest nazımın, ilk özgür şiirin babası oldu. O zamandan belliydi: Nâzım Apollon değil, Dionysos olacaktı.

Henüz bahar gelemeden hayatına, kurşuni ayaz yeniden bastırdı. Memleketin sinesine düşman süngüleri saplanmış ve Milli Mücadele dönemi başlamıştı. Nâzım durmadı, derhal çıktı yola. Bir kuzey yıldızı gibi girdi İnebolu’dan yurduna. Elini koydu taşın altına. Kurşuna karşılık şiir yazıyordu. Ocağı yanan her yerde eğitim veriyor ve karanlıkta yol açıyordu. Bu dönem bir kırılma noktasıydı belki de onun için. Mustafa Kemal’le tanışmıştı. “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.” diye salık vermişti Atatürk. Nâzım da bir nazireyle tarihe not düştü hem Mustafa Kemal’i hem Kuvayi Milliye’yi;

“Sarışın bir kurda benziyordu/ Ve mavi gözleri
çakmak çakmaktı/ Yürüdü uçurumun başına kadar,/
eğildi, durdu./ Bıraksalar/ ince, uzun bacakları
üstünde yaylanarak/ ve karanlıkta akan bir yıldız gibi
kayarak/ Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı”

Hayat devam ediyordu. İçinde akan seli durduramadı Nâzım. Yine taştı yüreğinin denizleri, bentleri aştı, duvarları deldi ve akıp gitti. Memleketine sığamadı. Bu kez Sovyet topraklarındaydı. Baharı getirmeye ant içmiş yüreğinden sökülen şiirlerini güneşe hasretle yazıyordu artık. Çünkü mutlak özgürlüğü ancak güneş verebilirdi. Çünkü güneş bir kez açtığında hiçbir insanı ayırt etmez, imtiyaz göstermezdi.

Mutlak eşitliği güneşten öğrenmişti. İşte bu yüzden o topraklarda fikri artık kemâle ermişti. İnsanlık ancak güneşin zaptıyla kurtulabilirdi. Ve o sözleri söyledi;

Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

Orada ya da burada bir fark olmadı. O hem özgür hem tutsaktı. Sürgündü artık Nâzım. Ne ironiktir ki sürgün kelimesi, bir cezanın infazıyla terki diyar etmek zorunda kalmak anlamına da gelir; bir bitkinin filizlenmesi anlamına da. İşte böyle, bahar nasıl araftaysa Nâzım da arafta yaşadı. Cennetten sürülmüş ve karlar altında kalmışsa da bir kardelen olup sürgün vermiş ve yine zarif başını güneşe çıkarmıştı.

Ama yaşamıştı o. Her şeyden önemlisi sevmek için yaşadı. Öyle ya, Tahir olmak da ayıp değildi, Zühre olmak da onun için. Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildi. Hatta Kanunlar sırtında bir ter gibi akarken ve Devletin nizamı ensesinde yanarken o sevdiğini görebilmek için bir ceviz ağacına dönüşebilecekti. Sevdiğinden önce ölmek isteyecek ve onu düşünmek dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi gelecekti.

Ve sonunda kış sona erdi. Bahar oldu Nâzım. O öyle mi söylerdi bilemeyiz ama bugün üzerimize bir örtü gibi kaplansa karanlık, bir Nâzım Hikmet şiiriyle yırtılır, dağılıverir. O bizim baharımızdır. Onun kutsal “davet”i bütün kardeşliğimizi bulutsuz bir bahar akşamında, yine bahar çiçeklerinden örülmüş bir tacın altında ve memleketimizin en güzide meydanında toplar. Ve biz yeniden hatırlarız; memleketin, hasretin, yaşamanın, hür olmanın ve kardeş olmanın ne olduğunu…

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim… Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine, bu hasret bizim…

“Ben bir insan, ben bir Türk şairi Nazım Hikmet ben tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…”

Yazarın Diğer Yazıları
Ölümsüz Aşk

Doktoru ona iyi haberler getirdiğini ve hızla iyileşme sürecine gireceğini söylediğinde, daha o an vaktin daraldığını anlamıştı. Bu elbette ölümcül hastalığının ne denli inatçı olduğunu bildiğinden, umutsuzluğundan ya da doktorun kötü bir oyuncu olmasından değildi. Bunu her sabah hastane odasındaki penceresinden gördüğü ıhlamur ağacından öğrenmişti. Gerçekleri fark ettiğinde biraz utanmıştı da. Tabii ki utanması gereken […]

Devamını Oku
Yüz Yıllık Gelin Çiçeği

Sedeften kafes sehpanın üzerinde, kızılcık şerbetiyle dolu bardağın yanında duran gazetede şöyle yazıyordu; mektepli erkek kardeşinin okumasıyla duymuştu: Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun madde 1 ; Hâkimiyet, bilâkaydü şart milletindir, idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.Hicri, 18 Rebiyülevvel 1342Rumi, 29 Teşrinievvel […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku