Ayşen ŞAHİN
Tüm Yazıları
Köprü

Yakup, üniversiteyi 70’lerin başında iyi bir ortalamayla bitirip kamu görevine atanmıştı.

Genç yaşında, çalışkanlığı, zekâsı ve yeteneğiyle basamakları hızlı tırmanmış; sonunda devlet bursuyla Viyana’ya bir yüksek lisans programına gönderilmişti. Bu, yeni terfiinin ilk adımı anlamına geliyordu. Yüksek lisans bitip döndüğünde kendisini bekleyen iş, oldukça zorlu ama imrenilesi bir roldü.

Kirasını devletin karşıladığı, genellikle öğrencilerin tercih ettiği, uygun bütçeli, bir odacık bir de salonumsu alandan oluşan yurt odasına benzer bir dairede kalıyordu.

Binaların çatılarını gören ufak salonunda camın önüne taşıdığı yemek masasında, aldığı burs karşısında mahcup olmamak için geç saatlere kadar çalışırdı. Okulun kütüphanesinde de sıklıkla vakit geçirir, eski ciltler ile masif ahşap rafların kokusundan ve yüksek tavanlı kütüphanenin manzarasından büyülenirdi.

Çiftçi bir ailede doğmuştu; annesi liseyi azimle dışarıdan bitirmiş, babası ortaokul mezunuydu.

Köyüne döndüğünde bir vekil, bir bakan gibi karşılanıyordu; çalıştığı dairenin adı gazeteye yazıldıkça köyde olay oluyordu. İnce bir gurur duyuyordu kendisiyle, buradan sonra ne olursa olsun en azından ailesine hayırlı bir evlat olmuş, hiç beklemedikleri başarılara boğmuştu onları. İşinin yoğun olduğu dönemde bile her bayram tatilinde mutlaka köyünü ziyaret etmiş, babasına çok sevdiği badem ezmesinden, annesine elleriyle diksin diye çiçekli pazenlerden ve köyün tüm çocuklarına sadece o getirdiğinde tadabildikleri çikolatalardan mutlaka götürmüştü. Köy çocukları ancak lokum yerdi zira.

O köyden çıkıp da sınırdan Avrupa’ya geçebilen ilk kişi olmuştu şimdi de.

Asosyal ve içine kapanık değildi ancak önceliği dersleriydi. Bu yüzden diğerlerinden daha az dışarı çıkardı, verilen harcırahını da düşünürdü tabii. Yine de senfoni orkestrası, opera, yeni gelen bir film, öğrenci buluşmaları ve okul festivalleri hayatından eksik olmazdı.

Clara ile okuldan tanışıyorlardı, birlikte pek çok etkinliğe katılmış, kütüphanede uzun saatler, günler geçirmişlerdi. Clara Alman’dı. Türkiye ve Almanya arasında işgücü anlaşması imzalanalı 15 seneye yaklaşmıştı. Almanların çoğu Türkleri ucuz işgücü gibi görmeye başlamış olsa da Clara, Türkleri İkinci Dünya Savaşı sürecinde, birçok Yahudi aydına, sanatçıya kapısını açan, diplomatları aracılığıyla birçok farklı ülkeden Yahudilerin kaçmasına yardımcı olan ve savaşa girmeyi reddeden ülkenin onurlu insanları olarak görüyor, Yakup’a da bu saygı ve hürmetle yaklaşıyordu.

Pek çok farklı ülkeden insan, birbirleriyle ülkelerine, ailelerine olan özlemleri üzerinden dertleşir; memleketlerinde kalan hayatlarından bahsetmeyi ve diğerlerine sorular sormayı severlerdi.

Clara’nın babasıyla arası iyi değildi, görüşmüyordu. Hemşirelik yaparak onu okutan annesinden bahsederken gözleri doluyor, annesinin senelerce eğitimi için biriktirdiği ve aslında çok da etmeyen bütçesini yetirmek için o da harcamalarına çok dikkat ediyordu. Haftanın 4 günü akşamları bir restoranda çalışıyordu.

Yakup; Clara’yı saygılı, seviyeli, mütevazı tavırları sebebiyle kendisine yakın hisseder, sıcak bir dostluk beslerdi ona karşı.

Bir gece geç saatte çalan kapısını açıp karşısında Clara’yı görünce şaşırdı.

Ağlıyordu. Katılarak, hıçkırarak… Hemen içeri aldı Yakup, bir bardak çay, bir bardak da su koydu önüne, sırtını sıvazladı sakinleşsin diye. Hıçkırıkları diner gibi olunca da önünde diz çöktü ve sordu; “Ne oldu?”

Clara bir öğrenci yurdunda kalıyordu. Bütün bursunu ve annesi için tasarruf etmeye çalıştığı parayı yastığının içinde saklıyordu. Dün yerinde bulamamış, endişeden hastalanmış, odasından çıkamamıştı. Kimin aldığını anlamıştı ama elinden ispatlamak için hiçbir şey gelmiyordu. O gün de ödemesini yapamadığı için kaldığı yurttan çıkarılmış ve şüphelendiği kadının camdan onu seyreden yüzünde hiçbir pişmanlık ifadesi görememişti. Cüzdanında kalan üç kuruş dışında dımdızlak ortada kalmıştı. Restorandan kazandığı para kalacak yere ve okula devam edebilmesine yetmezdi. Yeni bir işe ihtiyacı vardı.

Yakup sakinleştirdi Clara’yı. Birlikte nevresim değiştirdiler, odasını Clara’ya verdi. “Hiçbir acelesi yok,” dedi. “Sen iyi ol da.”

Böylelikle birlikte yaşamaya başladılar. Yakup salonda, Clara onun odasında. Haftalar geçiyordu. Yakup salondaki iki kişilik kanepeden ayakları dışarıda uyumaktan rahatsızlık duymuyor gibiydi. Bu uzayan misafirlikten aslında hiçbir rahatsızlık duymuyor gibiydi.

Zor bir projeyi sunduğu akşam, Clara ona güzel bir sofra hazırladı. Bir şişe şarap açtı ve tüm gücünü toplayarak sordu: “Yakup bana âşık mısın?”

Şaşırdı Yakup, böyle bir soru beklemiyordu. Bu güzel, zeki kadına nasıl söyleyebilirdi sadece iki yakın dost olduklarını, ona bir gün bile farklı bir gözle bakmadığını?

Yanıt vermek yerine “Neden sordun böyle bir şeyi?” diye soruya soruyla karşılık vermeyi tercih etti.

“Çünkü beni evine aldın, odanı verdin, yemekleri iki kişilik hazırladın, meyveyi bile beni de düşünerek aldın. Beni yuvamda hissettiriyorsun. Benden hiçbir beklentin yok. Bunu başka türlü izah edemiyorum kendime.”

Gülümsedi Yakup. “Clara, biz Avrupa ve Ortadoğu arasında bir köprüyüz. Duygusallık ve rasyonelliğin dengesi gibiyiz. Biz alarak değil, vererek kendimizi iyi hissederiz. Bu insanın, kendi gözünde kendisini yüceltmesinin de bir yolu gibidir. Almadan verdiğimizde, karşılık beklemeden paylaştığımızda kendimizi bu dünyaya daha ait hissederiz. Bizim için ilişkiler gibi emek verilen her şey kıymetlidir. Bu yüzden saksıda çiçek bulunur her cam önünde, balkonlarda, her köy evinin bahçesinde. Faydası var diye değil, çiçek açtırmak hoşumuza gittiğinden bakarız onlara. Bu yüzden yenileme ihtiyacı duymadan büyüklerimizin elleriyle dokuduğu kilimleri, halıları gururla kullanmaya devam ederiz, tabakta yemek bırakmayız, eline sağlık deriz mesela pişirene, o da yedirdikçe mutlu olur, ikram ettiği bir tabak daha kabul edildikçe, ekmekle tabak sıyrıldıkça sevinir. Çocukları akşamları oyunsuz ve masalsız bırakmayız. Çiftçiye ürünü yerde bıraktırmayız. İmece diye bir kavram vardır bizde. Biz birbirimize tutunarak yaşarız. Hayat bize hep zordur, biz zorlukları el ele aşarız. Bağımlılık değil, bağlılıktır bu.”

“Yani benden hiçbir beklentin yok mu?” dedi Clara, rahatlamıştı. “Bugünlerimizi bir ömür hatırlayacak ve beni iyi anacaksın ya, bundan ötesi olur mu?” dedi Yakup.

Bir yıl birlikte yaşadılar; arkadaşça, yoldaşça, paylaşarak ve herkesi bu dostlukla şaşırtarak.

Üzerinden 45 sene geçmişti. Clara Yakup›u, Yakup Clara›yı hep iyi hatırladı. Birbirlerinin düğünlerinin onur konukları oldular. Cep telefonu, internet, sosyal medya icat olundukça bağları her seferinde yeniden kuruldu.

Dünya gözüyle bir daha görüşmeye yemin etmişlerdi son yıllarda. Yakup 70 yaşındaydı artık Clara 67. Pandemiyi de atlatınca daha da beklememeye karar verdiler.

Genç olan çıkardı yola, üstelik eşi artık hayatta değildi, yalnız olandı, Clara geldi İstanbul’a, Yakup’un evine. Salon duvarlarında tavana kadar kitaplık uzanıyordu, kalan duvarların kâğıtları kabarmıştı. Eşyalar antika sayılırdı artık, ahşapları oymalı koltuklar kadife kaplıydı. İki berjer camın önünde manzaraya dönmüştü yüzlerini, ortalarındaki sehpada sararmış dergiler yığılıydı. “Hani Nermin?” dedi korkarak, evde hiç kadın izi kalmamış gibiydi dağınıklığa bakınca.

“Nermin, içeride, cezaevi yani. Sana söylemek istemedim, daha doğrusu anlatmak artık zor geliyor bana, 65 yaşındaki karımın fikir suçundan içeride olduğunu birilerine, bir mantık zemini yaratıp izah etmek ve sorularını beklemek çok zül oldu. Az kaldı cezasının bitmesine, dayanır gülüm diye umuyorum, 21 ayı kaldı şunun şurasında.”
Clara tam dizlerinin bağı kesilmiş gibi çökecekti ki koltuğa;

“Odanı göstereyim.” dedi Yakup elinden tutup. Oda evin kalanına tezattı; bembeyaz boyanmıştı duvarlar, bambu başlıklı yatağa bembeyaz saten nevresim serilmişti otellerdeki gibi, iki komodin, üzerlerinde modern okuma lambaları, bir ahşap açık dolap, yerde jüt halı…

Kapıda bir QR kod duruyordu. “Vaaay bu yaşta bu neyin QR kodu?” dedi Clara.

Yakup mahcup şekilde “wifi’ya yönlendiriyor, odayı kiralıyorum bir internet sitesi üzerinden. Sana link atmak istemedim, nasılsa görüşeceğiz diye, hem site komisyon kesiyor. Sen zaten sitedeki bedeli de vermek zorunda değilsin. İçinden ne geçerse, başkasına kiralamadığım günler kayıp olmasın diye.” dedi.

Clara’nın yüzündeki şaşkınlık yerini gülümsemeye bıraktı.

“Ne oldu duygusallık ve rasyonelliğin arasındaki o muhteşem köprüye?” diye sordu.

Beyaz çarşafların üzerine çöküverdi Yakup. Başı iki elinin arasında, hâlâ çok akıcı Almancasıyla kurdu cümleyi:

“Yenisini yaptılar, daha uzun, çok şeritli. İki başına ödeme gişeleri koydular, malvarlığımıza da bloke.”

Yazarın Diğer Yazıları
Sabırla koruk…

Biz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]

Devamını Oku
Kutlama mı? Anma mı?

Bir zamanlar okullarda siyah önlük giyilir, kolalı beyaz yaka takılır ve 29 Ekim’lerde Cumhuriyet’i anlatmakta yetersiz kalan şiirler okulun sahnesinde, kürsüsünde bağıra bağıra okunurdu. Çünkü Cumhuriyet, bayrağın rengine övgüden, savaşa methiyelerden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı, çok daha hayatımızın içindeydi, etrafımızdaki her şeydi,oksijendi, suydu, nefesti. 1923’te tohumdu, ailelerimize geçtiğinde fidandı, biz ağaç yapacaktık, bizim […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku