Nurten Geroğlu
Tüm Yazıları
Sürgünden Kemal’e
Ana Sayfa Tüm Yazılar Sürgünden Kemal’e

Haziranın ilk günlerinde, uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım. Belgrad Ormanları’na gidip uzun yürüyüş yolunda yürümek, epeydir yüklendiğim strese çok iyi geldi. İnsan, her şeyden uzaklaşıyor gerçekten doğanın içinde.

Haziranın ilk günlerinde, uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım. Belgrad Ormanları’na gidip uzun yürüyüş yolunda yürümek, epeydir yüklendiğim strese çok iyi geldi. İnsan, her şeyden uzaklaşıyor gerçekten doğanın içinde. Yürüyüş esnasında her günü bir önceki gününe benzemeyen, sürekli başkalaşan canım şehrimin her anına tanık bu ağaçları düşündüm. Onlar hep buradaydı. Her umutta, her heyecanda ve hayal kırıklığında buradaydılar. Toprak
bakirken, toprak yok olmuşken buradaydılar. Şehrin asıl sahipleri ve kalbiydi bu ağaçlar. Asıl şehirli olanlar onlardı. Ağaçlara baktıkça aslında yaşadığım yerin nasıl değiştiğini de düşünür oldum. İlk gittiğimde heyecanlandığım ve gençliğimde müdavimi olduğum mekânlar, bir bir zihnimden geçmeye başladı. Şimdilerde neredeyse hemen hepsi yok olmuş, kalanlar da o zamanki gibi değil. Aidiyet hissedilen mekânların şehirlerle imtihanı her dönemin sorunsalı
aslında… Yürüyüşün orta yerinde bulduğum bir yere oturup göldeki ağaç yansımasına bakarak zihnimi şehir ve mekânlarla çalkalarken, suyun üstünde seken bir taş sudaki tüm resmi bozdu. Şaşkınlıkla arkama doğru baktığımda İlham Perisi bir taş daha fırlattı. “Bak bu daha uzun gitti.” diyerek iki elini çırptı ve yanıma oturdu. Şaşkınlıkla hiçbir şey diyemedim. Sadece bakakaldım. İlham Perisi tekrar durgunlaşan suyu göstererek “Hemen kızma bak resmin yine orada.” diyerek samimi bir tebessümle yüzünü gökyüzüne doğru kaldırdı. Şaşkınlığım geçince “Hoş geldin. Ve evet resim geri geldi ve böyle kalmasını istiyorum.” dedim. İlham Perisi, yüzünü gökyüzünden düşürdü ve bana bakarak
“Dokunmazsanız kalır! İnsan yaşarken birçok şeyin kıymetini bilmiyor.” dedi..

İlham Perisi’yle uzunca mekânlar ve şehir üzerine unutulmaz bir sohbet ettik. Mekânların edebiyata, sanata, hayata nefes oluşlarından bahsettik. Aidiyetten ve başkalaşımlardan, unuttuklarımız ve hatırlayıp yaşatmaya çalıştıklarımızdan konuştuk. Konu, Işık Öğütçü’nün Cihangir’de yaşatmaya çalıştığı “İKBAL KAHVEHANESİ”ne kadar geldi. İlham Perisi, İkbal’den bahsedince heyecanını saklayamadı ve “Sen asıl orayı içindeki insanlarla görecektin.” dedi ve birden heyecanlı gözleri yerini uzun derin bakışlara bıraktı. Daha kısık bir sesle “Kapandığı gün ne büyük bir hayal kırıklığı, ne feci bir anı katliamıydı. Orhan’ın karakterleri yaşardı orada…” İkbal’den bahsederken bir anda çocuklaştı, bir anda olgunlaştı. Böyle davrandığında ilham perime bakıp hep kendimi görüyorum. Güneşin batışına yakın ilham perim, suskunlaştığımız bir anda birden ayaklanıp elini uzattı ve “Biliyorum şu an burada olmayı çok istiyorsun ama seni bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Gelir misin?” dedi. Onu ne zaman kırdım ki? Gülümseyerek eline uzandım ve tuttum ve “Gelirim tabi Peri.”

Kerpiç duvarları, imkânlar elverdiğince kille sıvanmış evlerin birbirine baktığı, ilk bakışta tahmin edemeyeceğim bir zamanda gözlerimi açtım. Nerede olduğumuzu anlamak için etrafıma bakınıyordum ki birkaç saniye geçti geçmedi güneşin hâkimiyeti tüm bedenimde hissedilir oldu. İlham perime “Peri çok sıcak! Neredeyiz biz?” diye sordum. Perim gülümseyerek “Evet sıcak ama buranın insanı hep alışırsın der. Sanırım alışırsın!” diyerek yürümeye başladı. Yanımızdan geçen bir kağnıya yüklenmiş örme çuvallar içinde bembeyaz pamukları görünce ilham perime “Peri burası Adana! Peri bu sıcağa alışmıyorsun, kabulleniyorsun sadece!” diye sitem ettim. İlham Perisi, koluma girerek “Hadi söylenme, gideceğimiz yer şurası ve gölgelik içerisi.” dedi ve yürümeye başladık. Biraz yürüdükten sonra
çırçır fabrikasının önüne geldik. Fabrikanın önünde pamuk yüklü kağnılar, kamyonlar yüklerini boşaltırken, puşilere sarılarak sıcaktan kaçınmaya çalışan esmer insanlar buldukları gölgenin dibinde dinlenmeye koyulmuşlardı. İlham Perisi’yle fabrikadan içeri girdiğimizde yalancı bir serinlikle kendime gelir gibi oldum. Daha önce bir bardak suya bu kadar ihtiyaç duyduğumu hatırlamıyorum. Ben etrafta su bulabileceğim bir çeşme ararken İlham Perisi “Bak!” diyerek taş çatlasa on sekizinde karayağız bir delikanlıyı işaret etti. İlk bakışta kim olduğunu anlamak çok zordu. Fakat dudak kıvrımlarına saklı ezgin tebessümü, keskin ve kararlı bakışları kim olduğunu anlatıyordu. Var gücüyle pamukları tohumundan ayırmak için hazırlıyordu. Arada bir alnından boynuna akan teri siliyor, derin bir nefes alıp tekrar işe koyuluyordu. İlham Perisi hayranlıkla ona bakarken “Tanıdın mı?” diye sordu. İlham perime “Mehmet Raşit” diye cevap verdim ve ekledim “Bugün burada çırçır işçisi Mehmet Raşit, Peri. Yarın edebiyatın kemali Orhan
Kemal.” diye ekledim… Bir süre daha Orhan Kemal’in ilk ekmek kavgası yıllarına şahit olduk. İlham Perisi hiçbir şey söylemeden elini uzattı. Ben de tuttum…

Kalın taş duvarlar, dip dibe ranzalar, birbirinin aynı battaniyeler… Bursa Cezaevi’nin 52. koğuşunda buldum kendimi. Raşit Kemali, ki bu isimle ilk şiirlerini yazmıştı Mehmet Raşit, küskün ve düşünceli uzanmıştı yatağına. Gözlerini bile kırpmadan koğuşun tavanına dalıp gitmişti. İlham Perisi, iki ranza arasında derme çatma kurulmuş çalışma masasının yanına doğru gitti. Masanın üstündeki kağıtlara bakarak “Şunlara bakar mısın?” diye beni çağırdı. Masa üstünde şiirleri vardı Raşit Kemali’nin. Onları öylece masanın üzerinde görünce perime “Bu şiirlere küskün Raşit. O yüzden böyle kırgın bakıyor gözleri. Hayal kırıklığını saklayamıyor yüzünün ifadesi.” dedim. Perim, şaşkınlıkla şiirlere tekrar bakmak istedi ki Raşit Kemali yatağından kalkıp ayaklarını sürüyerek çalışma masasına oturdu. Şiirlerini iskambil kâğıdı gibi iç içe geçirip dağınıklığı toparladı. Sonra yarı yarıya yazılmış başka bir kâğıt çıkardı ve kaldığı yerden yazmaya devam etti. Aça aça küçülttüğü kurşun kalemini sımsıkı sıkarak hızla kafasından
geçenleri kâğıda dökmeye başladı. Biraz sonra koğuştan içeriye, dalgalı ve dağınık saçları, çocuk gibi gülümsemesiyle bir çift mavi göz girdi. İstifini bozmadan yazmaya devam eden Raşit Kemali’ye gözünün ucuyla baktı ve sakin adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. Raşit Kemali başında dikilen mavi gözlü devi fark etmeden arada sırada kafasını kâğıttan kaldırıp tekrar yazdıklarına gömülüyordu. Birden Raşit Kemali’nin omzunun üstünden uzanarak yazıp kenara koyduğu kâğıtları aldı. Raşit Kemali’nin şaşkınlıkla ağzından sadece “Nâzım!” kelimesi çıktı. Nâzım diğer eliyle Raşit Kemali’nin omzundan tuttu ve “İşte! İşte bu. Sen öykü yazmalısın…” İlham Perisi, gözümden düşen
yaşı silerek “Sana ne oldu şimdi?” diye panikle sordu. Buruk bir tebessümle “Tanık olduğumuz an, edebiyatın Orhan Kemal’i kazandığı an Peri. Edebiyatın yaşayan karakterlerinin hikâyesi yazılacak bu andan sonra.” diyerek Orhan
Kemal’in mutluluğuyla Nâzım Hikmet’in sevincini izlemeye devam ettim. İlham Perisi, Nâzım ve Orhan Kemal koğuştan çıkana kadar bir bana baktı, bir onlara… İki dost, birbirinin omzundan tutup koğuştan dışarı çıkınca “Biz de gidelim.” dedi ve koluma girdi. Ben de gözlerimi kapattım…

Gözlerimi açtığımda şafak sökmek üzereydi. İçinde bulunduğumuz evin kapısı aralık kalmış; odasından dışarıya çıkan daktilo sesi, neredeyse tüm mahalleyi inletiyordu. İlham Perisi, kapı aralığından içeri bakıp eliyle gel gel yaparak beni çağırdı. Odanın içine baktığımda Orhan Kemal’i çalışırken gördüm. Yüzünde emekle, ekmek kavgasıyla, mücadeleyle derinleşen çizgileri, yorgunluktan kapakları düşmüş gözleriyle aklından geçenleri daktilo ediyordu. İlham Perisi “Çok yorgun görünüyor değil mi?” diyerek bana doğru bakışlarını çevirdi. “Evet öyle Peri.
Fakat tüm hayatı böyle geçti. Hep çalışmak zorundaydı.” diyerek tekrar odaya çevirdim bakışlarımı. O sırada Orhan Kemal birden gece boyunca çıkan kamburunu düzeltti ve geriye doğru sırtını esnetti. Yüzündeki gülümsemeyle
sanki siyah beyaz bir film renklendi. Elini masanın köşesinde duran kül tabağına uzatarak izmarite dayanmış sigarasından keyifle son bir duman çekti ve diğer eliyle daktilonun son tuşuna bastı. Sigarasını söndürdü, kâğıdı daktilodan çıkarıp yorgun gözlerinden biraz uzaklaştırarak kontrolünü yaptı. Ayağa kalktı, yazdığı diğer kâğıtları da çantasına koydu. Odanın köşesine doğru yürüdü, ayaklı askılığındaki pardösüsüne uzanarak giydi ve fötr şapkasını da takarak çantasına doğru ilerledi. İlham Perisi ve ben ondan önce kendimizi dışarı attık. Ahşap cumbalı eski İstanbul evleriyle, eski Cibali sokakları güneşi karşılıyordu. Az sonra Orhan Kemal de evden çıktı. Pardösüsünün iki yakasını tutarak ilikledi, şapkasını düzeltti ve yürümeye başladı. Tabii İlham Perisi ve ben de peşinden… İlham Perisi
“Zaten sabaha kadar çalıştı. Dinlenmeden nereye gidiyor?” diye sordu. İlham Perisi’nin sorusuyla yüreğimde bir sızı hissettim. Sesim titreyerek “Gitmek zorunda çünkü Peri. Bab-ı Âlî’ye gidip yazdığını paraya çevirmeli. Belki sonra İkbal Kahvesi’nde demli bir çay ve dost sohbetiyle dinlenecek.” dedim. İlham Perisi “Ama böyle olmamalı…” diyerek adımlarını yavaşlattı. “Evet böyle olmamalıydı Peri. Bu kadar mücadele, böylesine bir yaşam tutuşu kaygılanmadan
geçen günleri hak ediyordu.” diyerek ben de duraksadım. Orhan Kemal’in yol boyu ardından baktık. Yavaş ve kararlı adımlarla usul usul gözden kayboldu. İlham Perisi “Artık dönelim mi?” diye sordu. “Yolculuk için teşekkür ederim
Peri.” diyerek elinden tuttum…

Geri döndüğümde gökyüzü kızıl bir renk almış, güneş batmıştı. Rüzgârla suya dokunmaya çalışan ağaç dalları eşsiz bir doğa dansı sergiliyordu. Etrafıma bakındım, İlham Perisi yoktu. Kalktım, kaldığım yerden yürüyüşüme devam etmeye başladım. İlham Perisi, edebiyatın yorgun yüreğine bir yolculuğa çıkarmıştı beni. Yorgun, inatçı, mücadeleci… O, sürgün bir ailede çocuk, çırçır fabrikasında genç, askerde şair, cezaevinde yazar, Cibali’de kemal bir insan olmuştu. Benzer hikâyelerin kalemiydi. İnsanı gören, bulan ve yazan…

Yazarın Diğer Yazıları
Davet

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]

Devamını Oku
Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku