Hokus pokus! Ya da değişim. Sihirli şeyler. Ya değişmemek? Sevimsiz şey.
Mekân hafızadır. Bize dair ne varsa. Kainata verdiğimiz her bir sesten, üst üste koyduğumuz her bir taşa kadar. Zihnimizin ve eylemimizin şekli şemalidir mekân.
Zaman, her çağda dört nala koşturan değişimin atıdır. O nedenle ki mekânlar, ne kadar direnmeye çalışsa da mağlup olur. Harabeler dahi, gün gelir de mitolojik bir düş olur. Vardı: Burada bir köprü vardı, şurada bir bina vardı, orada da bir toplum vardı. Boynuzlu ve kanatlı atlar vardı, İnkalar vardı, evimiz vardı. Artık yok.
Zaman muktedirdir. Diktatördür. Hesap edemediğimiz milyar vs. yıllardan beri süren törpülemesi, şimdi, yani nefes aldığımız şu vakitlerdeyse, milyarlarca yıl sonra gelecek olan bir uzay makinesi gibi, üstün meziyetli.
Nice peygamber, nice imparator ve nice sıradan faninin tanıklık ettiği aynı taşın eskimesinin yavaşlığı artık olanaksız. Hiçbir şey eskimiyor. Ömürlerimiz uzadı ama daha hızlı bitiyor. Biz de eskimeden ölüyoruz.
Aslında çok büyük tarihsel yolculuklara lüzum yok. Kişisel tarihler de kafi. Soruyorum: Ne kaldı elinizde? İlk âşık olduğunuz yer, yerinde duruyor mu mesela? Öğrenciyken gittiğiniz o ucuz lokanta duruyor mu? Pişpirik oynadığınız kahvehane, harçlığı heba ettiğiniz bar veyahut ilk maçınızı izlediğiniz o stat aynı kaldı mı?
İlk sinema salonunuz, ilk tiyatro salonunuz hani nerede? İlk bekar eviniz ya da ilk kiralık eviniz duruyor mu? Zaman acımasızlığından biraz daha azade varsaydığımız köyümüzden ne kaldı elimizde; dedemize, anneannemize dair? Toprak damlı kaç komşumuz kaldı oralarda? Ya ilkokulunuz, sınıfınız ve masanız? Sokağımızdaki en eski şey nedir?
Devasa bir zihinsel yıkım yaşanıyor. Beynimiz bir şantiye alanı. Hafızasız bir bedeniz. El yordamıyla, göz yordamıyla, zihin yordamıyla adres bulamaz hale bir beyin taşır olduk. Değişim, bir silici, bir yok edici.
Farkında değiliz. İstediğimiz şey değişim değil, değişmemek. Bizi bir tarafta toplayan, değişmesini istemediğimiz şeyler. Biz zamana muhalifiz. Haksız da değiliz. Değiştireni değiştirip değişmezi arzulayanlar partisiyiz. Şahsi bir kadimliktir istediğimiz. O küçük pastane, kuşaklar boyunca açık kalsın işte. Hepsi bu.
Bunun için başvurduğumuz çareler de tükendi. Biz de hokus pokus istiyoruz. Yani o sihirli değişimi…
Rehberlerimizse televizyon vaizleri! Reçeteleri her gün, her saat değişen vaizler! Değil bir ay, bir saat sonrasını dahi öngöremeyen vaizler. Hep sondan giderek başı tarif eden ve her gün yıkıp yıkıp dünyamızı yeniden kuran utanmazlar. Bizi kuyulara indirdikleri ipleri her defasında kopsa da yine de el uzatıyoruz çürüklüklerine. Bizim de bezirgânlarımız hiç az değil.
Aklın ve imanın savaşı bitmedi. Akıl çıldırmak üzere. Deliliğin eşiğinde. Heybesinde mantık olduğu için, aklın işi zor. Sorgulama, yargılama, eleştirme ve değiştirme şartı taşıdığı için akıl, kafayı yememek için, direniyor. Ama daha ne kadar?
İmanı kalesi yapanın işi kolay. Ne çelişkisi ne hilesi, ne yalanı ne dolanı, ne yıkması ne yapması, ne helali ne haramı, ne safsatası ne iftirası sorgulanamaz, yargılanamaz. Ona peşinen iman edilir. Kendisine sormadığını, akla sorar. Ve akıl ne cevap verirse versin, ziyandır. İkna edemez. Çünkü orası, akli değildir.
Bize gerek olan değişim mi, değişimden dönmek mi? Aslında değişmemek mi? Unuttuğumuz, ya da bize unutturulan eski sözümüze sahip çıkmanın zamanı gelmedi mi? Tepeden bir tasarımla inşa değil; en aşağıdan ilmek ilmek, emek emek inşa edilenin düşünmenin zamanı gelmedi mi? Akıl galip gelinceye dek, uzun ince bir yola yeniden düşmenin zamanı gelmedi mi?
Kendi dostlarımızla kendi muhabbet masamızı kurmanın zamanı gelmedi mi?
Bagajında hile, hurda ve ihanet aletleri taşıyanlarla kurulan masaları dağıtmanın sırası bize gelmedi mi?
Hep daha iyi yenil, hep daha iyi yenil. Hayır, dahası yok. Olabilecek en iyi şekilde yenildik.
Tüm ayakları bizim sözümüzden, fikrimizden ve derdimizden olan yeni bir masa kurmanın zamanıdır şimdi.
Fikri bir, vicdanı bir masa…
Aydınlık eğitimden, adaletten, alın terinden, hayalden vazgeçmeyen bir masa…
Semboller çağındayız. Belki de hiç çıkmadık bu çağdan. Misal, Babil’in kulesinden beri binalar, iktidarların güç nişanesi oldu. Sınırsızlık arzusunun dışa vurumu oldu göğe yükselen her büyüklük. Sayılar da sembollüktür. Tıpkı yüzyıl dönümleri gibi. Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Birileri laflarla kutluyor. Cumhuriyet’imizin en büyük sembolü kadındır. Onun şahsında özgürlüktür, ilericilik, adalet ve dayanışmadır. Yüz yaşındaki Cumhuriyet’i koruma […]
Devamını OkuEda Erdem Dündar, Ebrar Karakurt, Melisa Vargas, Gizem Örge, Zehra Güneş, Cansu Özbay, Hande Baladın, Simge Aköz, Ayça Aykaç, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Saliha Şahin, Aslı Kalaç, İlkin Aydın… Filenin Devrimcileri… Biz onların ellerine baktık. Filenin üstünde yükselen ellerine baktık, sadece… Eda’nın tek ayak üstünde zarif vuruşlar yapan ellerine baktık. Bir Pegasus gibi uçan Vargas’ın […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku