Deniz ÖZEN
Tüm Yazıları
Kamyonlar Kavun Taşır ve Ben Boyuna Onu Düşünürdüm
Ana Sayfa Tüm Yazılar Kamyonlar Kavun Taşır ve Ben Boyuna Onu Düşünürdüm

Bu kentin nehir boyu devam eden evleri vardı…

Bu kentin nehir boyu devam eden evleri vardı. Mahallenin sonuna doğru önce yukarı kıvrılan bir yokuş yol, yolun sonunda ise kocaman bir kiraz ağacı bizi karşılardı. Kiraz ağacını görene kadar o tepede evler olduğunu tahmin bile etmezdiniz. Yemyeşil bir tepe, çayır var der geçerdiniz. Ağacın ardından birden yeşillik ortasında bir site. Meşhur Coşkunlar Sitesi. Genelde öğrenciler kalırdık. Hangi binada kim var bilirdik. Öğrenci yurdunun yetmediği yerde Coşkunlar gelirdi.

Eğitim hayatının son demlerini burada geçirmek, yaşamın bize verdiği bir hediyeydi sanırım. İki yıllık sağlık teknisyenliği okuyup çarçabuk hayata atılmak için çırpınan ben, bir ders bırakıp bomboş kalsam mı evimde diye düşünmedim de değil. Ama namümkün bir durumdu.

Finallere çalıştığımız yaz başında sitenin önüne bir kamyon yanaşır, gelen geçen herkese kavun karpuz satar, sattıkça kamyon kasasındaki yığın azalırdı.

Kavunu çok severdin. Bilirdim.
Her öğrenci kavurucu sıcaklardan ve derslerden bunalmış bir halde yokuşu çıkar, karpuzcuyla karşılaşırdı. Bazı günler ‘Hadi bir el atalım gençler’ diye arkadaşlarına seslenir, kasaya çıkıp bağırmaya başlardınız. Kitapları köşeye bırakıp kahkahalar eşliğinde karpuzlar kavunlar biter, sonuncuları da siz alır, eve giderdiniz. Penceredeki perdenin arkasından sizin o tatlı mavralarınızı izler, sana bir kez daha âşık olurdum. Senin haberin bile olmazdı bundan. Benim için sen “Feride” filmindeki o mülayim Tarık Akan’dın, pazarda elden ele karpuz taşıyan. Üst katımızda kalıyordun.

Arada merdivenlerde karşılaşsak da o inanılmaz gülüşünle sen, ‘Merhaba’ der geçer giderdin. Farkıma bile varmazdın. Ben ise akşama kadar ağzımda yarım bir merhabayla dolaşır dururdum. ‘Niksar’da evimizdeyken Küçük bir serçe kadar hürdüm.’Yazları çabuk bitsin diye üç ay kalabilecekken annemlerde iki ay kalır, çalışkanım diye takdir edilirdim. Eylül başında koşa koşa geldiğim bu şehirde, kampüste dolaşan üç beş öğrenciden biri hep ben olurdum.

Oysa keyifli geçerdi yaz boyu. Özlemle kucaklayan annem babam el üstünde tutardı beni. Özgürce kah denizde yüzer, kah bahçedeki hamakta kitaplar okur, kah müzik dinler, yürüyüşler yapardım.

Masal rengi bulutta uçar, kendi kurduğum düşlerde seninle hayatlar yaşar, hatta yaşlanırdım. Pamuktan düşlerde hep bana aşık olurdun sen. Ve nedense hep gözlerime bakardın. Gözlerimi çok severdin çünkü. Gözlerime baktıkça sen, zaman bir derin kuyu olurdu. Biz zamanın karanlığında iki çıplak göz, öylece bakardık birbirimize. Uyuyakalıp hamakta gülümseyerek uyanırdım.

‘Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.’ Sonra sen kaldın, ben bitirdim okulu. Dönüp geldiğim bu şehirde kadrom da açıldı hemencecik. Başlayıverdim işe. Aklım ruhum orada, bedenim burada geldim gittim epey işe. O rüyamdaki derin kuyuya hapsedip kalbimi, başka topraklarda başka insanlarla geçti günler, aylar, yıllar, mevsimler…

“Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.”
‘Ne büyük bir yanılgı bir rüyaya ömrü bırakmak oysa’ dediğim zamanlardı tam da. Saçlarımı rüzgarlara taratmayı bırakıp, şair Gülten Akın’ın dediği gibi kısacık kestiğim zamanlar. Kendi evime kavuştuğum, son çektiğim kredimle de arabamı aldığım, her hafta sonu şehrin bir köşesine dümeni kırdığım bolca gezdiğim zamanlar.

Yeni seni, o kampta hiç ummadığım bir anda görüverdim. Biraz beyazlaşmış saçlarınla tek tük sakalda çıkmış aklarla karşımdaydın. Az gülen, az neşeli, ama hâlâ aynı derin bakan sen. Yanına gelip tüm cesaretimle ‘Nasılsın?’ dediğimde tir tir titriyordum söylemesi ayıp.

Sen fark etmiş miydin hiç bilmiyorum. ‘İyiyim, sen?’ diye gülümserken, seni çağıran arkadaşına da ‘bir saniye’ demiştin, ‘geliyorum!’

‘Ne güzel iyi olman, görüşürüz öyleyse’ diye saçmalayıp dönüp masana oturmuştum. Herkes bazen gereksizdir anda, benim o an olduğum gibi. ‘Anladım bu şehir başkadır Herkes beni aldattı gitti’

O badireyi atlatmam tam üç ayımı aldı. Bir el aradım gülen gözlerine düştüğüm kuyudan çıkabilmek için. Bulamadım. Sonra bir gün Ayla ‘Gel seni bir yere götüreceğim’ diyerek satranç taşlarının arasına bıraktı beni. Hayat hiç de o kadar duygusal değildi zira. Benim de mantığımı çalıştırmak için bundan daha iyi bir yer bulamayacağıma ikna etti beni. Satrancın atlarıyla dört nala giderken en sondaki kaleye, önüme çıkan tüm fillere gülümsedim. Yarışmalarda tanıştım Tuğrul ile. O da başka bir kaleye başka bir filin sırtında koşuyordu zira.

Bu kadar önümüzdeki saatin yelkovanı dönünce üç beş tur, Tuğrul “Evlenelim mi biz?” dedi. “Olur.” dedim bir hamle ile piyonunu alırken. “Yakın çevremizle kır düğünü olsun ama,” dedim “yemekli.” “Tamam,” dedi Tuğrul “az sayıda olur zaten gelen davetli de, yaparız.” Ben, meyve olarak kavun istedim. “Kavun verelim davetlilere en son.” dedim. Ona da “Olur.” dedi Tuğrul.

Bu mektubu yazarken sana, Yaşar Kurt’un şarkısını açtım.

Yine kamyonlar kavun taşır Fakat içimde şarkı bitti.

Kalbime Tuğrul ‘Şah!’ dedi. Gülümseyerek mat oldum ben de. Bile isteye. Eh şarkı da bittiğine göre, diyeceğim o ki haftaya yemekli düğünümüze bekleriz.

Sen kavun seversin hem, bilirim. Ve daha bir sürü şeyi…

*Şiir; Cahit Külebi

Yazarın Diğer Yazıları
Sultan

İliklerine kadar üşümüş bir şekilde girdi dolmuştan içeri. Mesaiye kalmak değil de şu eve gitme meselesi hakikaten canını sıkıyordu. Bir vesait ayarlasalar ölürler sanki, ama çalışmaya gelince “Sultan Hanım, bu akşam dosyayı bitirip öyle çıkalım.” diyorlar. Adamlara anlatamazsın da yahu ben şehrin en uç bölgesindeyim. Sizler gibi şıkır şıkır aydınlık sokaklarda yürümüyorum diye. Al işte […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku