1971 yılı Ağustos’un son haftası. 22 yaşında yeni mezun öğretmen Mehmet’in tayini Kozan’a çıktı.
Ne çekçekli valizler var o zaman ne de sırt çantası. Ağır, tahta ve suni deriden mamul bir bavul ile indi minibüsten. Bir yere ilk defa adım atan herkesin yaptığı gibi önce bavulu oracığa bırakıp gözleriyle etrafı taradı. Tam karşısında bir kahvehane vardı. Bavulu yüklenip okulu aramadan önce bir soğuk gazoz iyi olurdu, hem bir iki selamlaşıp yol sorma şansı da bulunurdu. Öyle de yaptı. Beş koca yudumda bitirdi şerbet basılmış gazozunu; selametle dedi selamlaştıklarına, elini uzattığında bavulu çoktan birileri yüklenmişti. “Hocam, sen bizim çocukların yükünü sırtlanmaya gelmişsin, biz senin yükünü şuraya kadar taşımışız çok mu?” dediler. Lojman diye tahsis edilen tek katlı eve kadar ısrar kıyamet eşyalarını götürdüler. Başladı devletin memurunun vazifesi.
Mehmet, göçmendi, Bulgaristan’dan gelen muhacir bir ailenin oğlu. Ege’de bir ilçede yetişmiş, orada okumuştu. Muhacirlere çalışkan insanlar gözüyle bakılırdı, öte yandan muhacir çalışıp başarırsa bu da ayrı bir dert olurdu. Göçmen acınacak halde olsun ister insan doğası. Hayır-hasenatla ayakta kalabilse, kimsenin yapmak istemediği işlere koşulsa daha makbuldü.
Kozanlılar onu memleketlerinin nasıl bir yer olduğu hakkında uyarırlardı hep. Mehmet’in mesafeyi koruyan, gençliğinden büyük ağırbaşlılığına nahiflik gözüyle bakar, bir yandan incinmesin niyeti taşır görünen cümleler kurar ama aslında kendilerinin ne sert, ne haşin, ne kuralsız insanlar olduğuna dair hikâyeler anlatırken ince bir gurur duyarlardı, üsttencilikleri gizlenemezdi.
Ortaokul ve lise sınıflarına matematik öğretecekti. Liseliler arasında yaşı, boyu kendinden büyük genç çoktu. Öğretmen sözü dinletmek zordu ancak o zamanlar bilgiye hürmet yaygın da bir huydu; başardı. İçlerinden bir öğrenci hariç.
Onun okumaya niyeti yoktu; hızlı çevirdiği sustalısı, dişleri arasından fırlattığı tükürüğü, devamsızlığı, laftan anlamazlığı, küfrü, hakareti, tehdidi eksik olmuyordu.
Senenin sonu geldi. Bir tek onun notları hiç derecesinde düşüktü.
Mehmet’i okul koridorunda yakaladı. Boyu, öğretmeninden dört parmak uzun, eni iki karış geniş, sakalları daha gürdü. “Beni cebirden geçireceksin, bunu böyle sok aklına hoca.” dedi.
İzah etti Mehmet. Sınav kâğıtlarında isim yazan kısım katlanırdı, görünmezdi. Not, okunan kâğıda verilirdi, isme değil. Hangi kâğıt kimin, hocalar bilmezdi notları açıkladıkları güne kadar. O dönem kural buydu. Liyakat böyle kurulurdu. Geçmek istiyorsa çalışacaktı. “Yapan nasıl yapıyor? Diğer hocaların hepsi kabul etti, demek ki var bir yolu.” Bunu derken elini havaya kaldırmıştı.
“Bir yolu yok, başka yolu yok. Derse geleceksin, öğreneceksin, çalışacaksın, geçeceksin. Bana işimi öğretme, bu iş böyle. Anlamadığın konu varsa gel onu sor.”
İkna olur bir hali yoktu, hele cebir öğrenmeye niyeti hiç.
“Bu okul bitecek bu sene, anlaşıldı, kararlaştırıldı. Vermediğin not kadar darbe alırsın. Git beni istediğin yere şikâyet et, kaymakama da selamımı söyle.”
Sonra takibe başladı. Sokak başlarını kesti, kahvesini içerken karşısına tabure çekti, esnaf lokantasının kapısında bitti. “Diğer hocalar geçirecek, aykırı gitme, canından olma” diyordu sürekli.
Hiç yanıt vermedi Mehmet. Bazen elini “kes” manasında havaya kaldırır, bazen de “eyvallah” dercesine göğsüne götürürdü, bazen de sadece kaşlarını kaldırırdı; “sen o işi unut” dercesine. Duyduğu sözlerin ondaki tek etkisi konuyu diğer öğretmenlere açmamak oldu.
Bir gün tam okul çıkışı, tehdit harici pek de uğramadığı okulun kapısında bitti yine yirmilik sert çocuk.
“Zaman daralıyor, karar verdin mi hoca?” dedi, kelebeğini hızlıca katlayıp açarken. Bir baş hareketiyle onay bekliyordu muhtemelen. Oysa hoca, gözlerinin içine baktı dimdik.
Dedi ki “Bana bak; benim bekleyen nişanlım yok, evli değilim, çocuğum yok. Anam-babamla iki kızkardeşim kaldı geride, onların da kendi geçimleri var, elime bakmıyorlar. Kozan’da nasıldır bilmem, bizde 52›si beklenir ölünün, sonra hayat normale döner. Bensizliğe elbet alışırlar. Ama yanlış yapıyorsun. Böyle etrafta insan çokken karşıma dikilip tehdit etmeyecektin. Sessizce yanımdan geçip, başınla, kaşınla tehdit edecektin ki kimse ölümümden sonra senden şüphelenmesin. Ne de olsa devlet memuruyum, görevdeyim. Cezası az buz değil. Baktın vermiyorum o notu, beni tenhaya çağıracaktın, bir araba ayarlayıp ‘Gel hoca seninle biraz konuşalım’ diyecektin. Gündüz vakti ama güneş tepede diye sokaklar boşken tenhaya götürecektin. Cesedimi nerede imha etmeyi düşündüysen oraya. Cuma işimi bitirip hemen namaza koşsaydın, senin camide olduğuna şahitlik edecek insan da bulurdun. Ya da kahvenin oralarda dolanır, kendini görünür kılardın. Adli tıp o kadar dakik hesaplayamayacağından ölüm saatimi, şüphelerden kurtulma şansın olurdu. Biraz derslere girseydin, kafan daha iyi çalışırdı. Şimdi çekil önümden Kozanlı.”
Bu son konuşmaları oldu. Sınava geldi. Kâğıtların isim yazan köşesi kıvrıldı, kapandı. Notlar verildi. İsim kapalı olsa da bomboşa yakın tek kâğıdın kimin olduğu belliydi.
Mehmet karne günü, memleketine son mektupları postaladı. Uzun uzun yazdı herkese. İçinde kalmasın hiçbir hissi, başına ne geleceği belli mi olurdu?
Okul çıkışı, üç güne yaz tatili için ayrılıp memleketine gideceğinden derleyip toparlayıp kapatacağı lojmanına doğru yürürken gördü oğlanı. Karşı tepeden son hız bir mobiletle tam üzerine doğru iniyordu yokuş aşağı.
Kaçmadı, nereye kaçacaktı? Bir karar verdiyse bu deli oğlan, blöf değilse sözleri, belli ki bir şekilde dediğini yapacaktı.
O sırada bir taşa denk geldi teker, taş yerinden fırladı, arka teker boşluğa geldi, mobilet yalpaladı, kontrolden çıktı ve zaten yamuk duran ağaçtan bozma elektrik direğine daldı.
Oğlan bir yana mobilet bir yana.
İlk müdahaleyi yapanlar arasında Mehmet de vardı. Kozan›ın minibüsü bir ambulans gibi, diğer koltukları boş, arkasında yaralıyla acilen kalktı. Karne almaya gelemedi oğlan, Mehmet sağ salim memleketine döndü.
Üç ayı ömrünün son yazı gibi doya doya yaşadı. Oğlan illaki iyileşecekti, cebirden kalmasının üzerine bir de kendi yaptığı kazanın hıncını ekleyecekti belli ki.
Mecburi hizmet bitmemişti, böyle bir sebepten tayin isteyemezdi. Ağustos son hafta Kozan’a dönecek, hocayla öğrencisi yüzleşecekti.
Döndü. Kozan’da minibüsten indiğinde yanında bitti oğlan, kırık çıkıkları iyileşmişti. Sapasağlam görünüyordu. Bavulunu kaptı Mehmet’in elinden. “Yoldan geldin hoca, gel soğuk birer bira içelim seninle.” dedi. Kahvehaneye doğru yürüdü.
O zamanlar köy kahvelerinde bile bira bulunurdu.
Karşılıklı oturdular birkaç yudum boyunca sessizce. Sonra kafayı kaldırdı oğlan, “Hoca sen devlet memurusun, okumuş adamsın, hocasın. Buraların insanı sert olur, haşin olur, başına bir iş gelirse, kendin uğraşma, bana söyle, ben çözeyim bundan böyle.” dedi.
“Ne oldu da böyle olduk şimdi?” dedi Mehmet. “Vaz mı geçtin öldürmekten? Bir tek cebirden kalırsan hani canımı alacaktın?”
“Yok be hoca, ne bir tek cebiri? Hiçbiri geçirmemiş ki? Senin dediğin gibi isimler kıvrılı, açıp bakmamışlar bile, hepsinden çaktık, bu sene yine sınıf tekrarı.»
İstemeden güldü Mehmet. Durumun komikliği kadar, hiçbir öğretmenin mesleğe ihanet etmemesinin verdiği rahatlıktan biraz da.
“Eee dedi, peki bu ani tavır değişikliğini neye borçluyuz?”
“Hoca ben seni benden ufak adamdır, Egelidir, otla besleniyor, bir lokmalık canı var diye düşündüm. Ama sen bana kendi katlini öyle bir planlayıp anlattın ki ben orada aptallığımı gördüm. Bir de bütün hocalara bir kez söyledim, beni geçireceksiniz diye, hepsi dedi tamamdır. Bir tek sen en baştan ‘yapmayacağım’ dedin. Senin baktığın yerden onlar da doğru insan, biliyorum. Neticede bıraktılar sınıfta o ayrı. Ama sana hayatı dar ettim de yine de bana inatla geçiririm demedin ya en dürüstü sen çıktın. Sen beni idare de etmedin, adam yerine koydun, karşımda durdun. Senin Kozan’da bundan sonra huzurunun teminatı benim.”
Yeniden tayini çıkana kadar, güzel anıları oldu Mehmet’in Kozan’da. Sonra birçok anısı daha Anadolu’da farklı okullarda.
Evlendi, çocukları oldu, yeğenleri oldu. Yeğenlerinin dersine hoca olarak girmek zorunda kaldığı da. Sistem değişti, artık isimler açıktı sınav kâğıtlarında. Yeğeninin sınav kâğıtlarını kılı kırk yararak okudu, torpil, iltimas sayılmasın diye.
Dersine girmediği senelerde matematik çalıştırdı onlara, Güzel Konuşma ve Yazma dersi öğretmenlerininkinden bile düzgün, inci gibi yazısıyla.
Hiç “Hamili kart yeğenimdir” diye bir kâğıt imzalamadı, ihaleler bağlayan, rant kovalayan, yüksek kademelerde pek çok tanıdığı olan ya da Ali kıran baş kesen, adı dehşetle anılan o dayılardan olmadı.
Öğrencilerinin elini öptüğü bir hocaydı, cebir, geometri yanında hayat dersi de veren. Matematik hayatın her yerindedir.
Adı hâlâ öğrencilerine ceket ilikletir, hürmeti kendinden menkul, bir zamanlarki eğitim öğretimin, liyakatın, meslek ahlakının yıkılmamış kalesi, devrilmemiş neferidir.
Hayatında bildiği formüller hiçbir sonuca ulaşmadığından, son zamanlarda kalemi tıkanmış bir öykü yazarıyım.
“Gel ben sana bir anı anlatayım, sen ondan güzel bir öykü yaparsın” diyendir, on gündür boş baktığım sayfayı hikâyesiyle bana çalakalem doldurtandır, çözemediğim sorularda anlatmaya hazır olandır.
Bildiğiniz dayılardan çok daha sağlam sırt dayanılır. Mehmet, dayımdır.
Biz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]
Devamını OkuBir zamanlar okullarda siyah önlük giyilir, kolalı beyaz yaka takılır ve 29 Ekim’lerde Cumhuriyet’i anlatmakta yetersiz kalan şiirler okulun sahnesinde, kürsüsünde bağıra bağıra okunurdu. Çünkü Cumhuriyet, bayrağın rengine övgüden, savaşa methiyelerden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı, çok daha hayatımızın içindeydi, etrafımızdaki her şeydi,oksijendi, suydu, nefesti. 1923’te tohumdu, ailelerimize geçtiğinde fidandı, biz ağaç yapacaktık, bizim […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku